Kendini hafıza kaybına uğrayan
biri gibi hissetti.
Ya da konuşmayı yeni yeni öğrenen
bir çocuk gibi.
Merdiven basamaklarından birkaçını
daha indi.
Durdu.
Sağa sola baktı, gördükleri siyaha
boyanmış duvardan başkası değildi.
“ Duvar da siyaha boyanır mıymış?”
diye düşündü.
Bu düşüncesinde şaşkınlık
yüklüydü.
Çalışmayan asansöre hışımla baktı.
Çevresinde hızlı adımlarla gezindi, ağzından küfre benzer kelimeler döküldü.
İstem dışı dökülen bu kelimeleri sesli söylemişti, şimdi de “bir duyan oldu mu
acaba” kaygısına düştü. “Bir duyan oldu mu acabayı” birkaç defa tekrarladı.
Duyan olsa da fark etmezdi,
“bunlar küfür değil, lanetleme” diye kendini savunabilirdi.
Oh ne güzel! Savunma şeklini de
bulmuştu.
Aklına gelenleri unuttu.
Oysa aklına çok şey gelmişti. Anlatımı
güç, hatta imkânsız olanlardı aklına gelenler.
Sırtına kat kat elbise giymiş,
simitçi çocuğa; “ Ayağımın altında dolaştığın yeter, çekil git, kılıksız” diye
bağıran yaşlı kadının hayalinin gözlerinde şekillenmemesini temenni ediyordu.
Nafile, kadının ve simitçi çocuğun
hayali önündeydi, yol boyunca kendisiyle yürüdü durdu.
Yaşlı kadını; “kılıksız” sözüne
üzüldüğünü sandığımız adam, kalbine düğümlenen huzursuzluğun giderilmesinin imkânsızlığını
anladı.
Kafasını kurcalayan: “Bir gariban
çocuğa, hava soğuk olduğu için, bulduğunu giymesinden dolayı,
"kılıksız" demek olur muydu?”
Her bir şey karmakarışık,
çözümlenmesi gerekir çok şeyin.
.
Siyah giyinmişti.
Ne zamandan beri bu elbiseler
sırtındaydı. Hatırlamıyordu. Hatırlamıyordu, çünkü siyahı sevmiyordu, siyahın
bela getiren bir renk olduğunu bilmesinden öte gitmiyordu, bilgileri.
Yürüdü.
Nereye gitmeliydi?
Sinirli.
Kravatını yokladı. Yerindeydi.
Kapıdan çıkarken ki, karşı
apartmanın camlarında eğlenen güneşin ışıkları yoktu artık. “Demek henüz havalar
iyice ısınmadı, demek daha bahar başlangıcı.”
“Bir şeyler duyuyorum,” diye
mırıldandı.
Oysa akşamın müjdecisi olan bir
sesti duydukları.
Sese doğru yöneldiyse de daha
ileri gitmekten vaz geçti; her nedense mabede girmekten ürktü. Şimdi, bilmediği
bir duyguyu yaşıyordu. Şimdi, hazır olmadığının evhamına kapıldı: Yersiz.
Mabede girmediğinin pişmanlığı
yüzünden okunuyordu.
İçinde bulunduğu zamanla bağlantı
kurulamayan hayaller geliyordu düşüncelerine. Hafızasından uzaklaştıramadığı
hayallerdi bunlar. Hani bir zamanlar: “Kaç senenin kemeri bu taşıdığın
demişti.” Mustafa Bey. Mustafa bey’e bakmadan kemerine bakmıştı. Mustafa beyin
sözlerinde yanlışlık yoktu. Yanlışlık yoktu ama yine de böyle söylememeliydi bu
söz. Ulu orta, gelişi güzel söylenen sözleri hiçbir zaman onaylamamıştı. Bu
sözün utanma ile ilgisi olmadığını şimdi daha iyi anlayabiliyordu.
.
Baba, dedi oğlu.
O, boş gözlerle baktı oğluna.
Tabakasını çıkardı, sigara sarmayı
oğlunun söyleyeceklerine tercih etti. Tercih etti çünkü sigaranın, oğlunun
söyleyeceklerinden daha hayırlı olduğunu sanıyordu.
“Celbimi aldım,” dedi oğlu.
Küçük kız “şeker isterim,” diye
adama koştu.
`Ne şekeri!` dercesine kızına
baktı.
Şimdi bunun sırası mıydı?
Oğlu önemli bir laf konuşuyordu.
“Çekil, kaşınma,” dedi küçük kıza.
Tabakayı sigara ile birlikte
bıraktı.
Oğlunun diyeceklerinin büyük önemi
vardı. Oğlunun sözlerini sigaraya tercih etme zamanıydı zaman.
“Askere mi gidiyorsun.”
“Celbimi aldım,” diye tekrarladı
oğlu sözlerini.
Küçük kız “şeker istem,” sözünü
ağzına sakız yaptı.
Kız babaya koştu. Sarıldı.
Kızını kucağına aldı. Neden sonra,
kızı kucağından kaldırdı? Bir el darbesi kızı uzaklaştırdı.
Geniş ama tek pencereli odada
oğlunun “Celbimi aldım ,” sözünü aradı. Aradığını bulduğunda, ağzındaki
sigarayı ısırdı kaldı.
“Nereye gideceksin? dedi
“Erzincan’a,”dedi oğlu. “
Aklına ilk gelenin ne olduğunu
tahmin etmek zor.
“Ah” diye içini çekmesi, onu
gerilere götürdüğü anlamını taşıyordu.
Hayalleri onu gençlik yıllarına
götürdü: Şehre girmişti. Şehrin çevresi yemyeşildi.
Kendi şehrinin çevresi de
yemyeşil.
Aklına ilk gelenin bağlar olması
adamı hüzünlendirdi.
O şehrin etrafı zeytin ağaçları
ile süslüydü. Kendi şehrinin çevresi vadilerle çevrili ve yemyeşildi, ya fazla
zeytin ağacı yoktu.
Adam yeniden daldı gitti; bu
vadilerden birini Erzincan’a götürdü, bir vadi dolusu ağacı buraya dikti.
Sonra Fahriye abla, diye birini
getirdi geniş odaya. Fahriye’ yi tepeden tırnağa kadar süzdü. Fahriye’nin
giyinişinde şekillendi kaldı gözleri. Giyinişi hiç te hoşuna gitmedi. Sonra
uzun bir etek giydirdi Fahriye’ye.
Bundan hoşlandı. “Ne de hoş,” diye
geçirdi içinden.
Fahriye oğluna yaklaştı. “Şimdi
oldu, diye düşündü adam, kısa etekli gelin yakışmaz aileme.”
Küçük kız,”Şeker isterim,”
sözlerini tekrarladı ve babasının kolunu çimdikledi.
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder