SANCI
Gündüzler uzun sürüyor.
Rüzgar, akşamları ılgın ılgın
esiyor.
Ana çocuğuna gebe. Of!, diyor.
Arkasından ilk çocuğunu taşıdığını düşündüğünde de yorgunluğunu unutuyor.
Evleneli yedi yıldır böyle mutluluk görmedi. Yedi yıl umutla bu anı çekti o.
Baba, köşkün mermer basamaklı
merdivenlerini bir kedi çevikliğiyle çıkıyor. Sırtındaki üniformalı elbisesini
hizmetçi çıkarmak istiyor.
`Hayır`, diyor o.
*
`Yorgunum bey!` diyor anne.
`Neden,` diyor baba.
Anne, karnını gösteriyor ve
gülümsüyor, göz göze geldiklerinde de cılız bir heyecana kapılıyor. Zenginliğin
mutluluk vermediğini şimdi daha iyi anlıyor. Şimdiye dek yalnızlık çekti.
Başkalarının bakışları altında ezildi. İsmi söylense ‘çocuğun yok, kısırsın,’
diyeceklerini sandı. Çocukları olduklarında, bu düşünceyi aşacak, yalnızlık
duymayacak, ebeveyn ölünce mirası sürdürecek biri olacak.
İşte Vezir`in anne ve babası.
*
Çocuk filizlendiğinde okula
veriyorlar.
Elif, be, te, se, cim... Emsile ve
avamil.
O, idadiyi rüştüne ermeden
bitirdiğinde on sekiz yaşının çocuğu ama kanser babasını alıyor.
Arkasından annesi.
Yalnız kalan çocuk. İçki müptelası
yapan ve durumundan yararlanan akrabalar. Tek desteği kendinden yaşça büyük
olan uşakları, Köle. Akrabaların düzenledikleri sahte ziyafetler.
Eline verilen kalem ve sarhoş adam
(acılı).
Senetler.
Gökyüzü cam gibi beyaz ve durgun.
Kuşlar sürü sürü çekiliyor şehrin üzerinden.
Güz.
Yapraklar sararıyor. Yollara
yapraklarını döken çınar ağaçları. Ma’sere kazanı omzunda dönen bir kadın. Üzüm
yüklü eşeğini çeken yaşlı adam. İlerideki zibillikte köküç oynayan çocuklar.
Hava soğuyor. Güneş, yarı
söndürülmüş ateş gibi ışıklarını evlerin bahçelerine döküyor.
`Artık her şey biti. Oysa
eskilerin güzlerinde bıraktığım anılar ne güzeldi?` Vezir böyle düşünüyor.
Eski anılar onu yok edecek.
Dönüşü olmayan eskilere
ulaşacakmış gibi bakıyor.
‘Yok, diyor sonra, ulaşmak imkânsız.
Ne vefakâr bildiğim dostlar, ne de
amcakızı Zeynep.
Ben Zeyno derdim ona. Bir ata
binmiş gitmiş o. Kır bir atla gelin diye götürmüşler onu. Beni askere
yolladılar da götürdüler onu. Canım Kölem. Vermem demiş. Seymenin önünü kesmiş,
benim efendimin yavuklusu demiş, sözlüsü demiş, beşik kertmesi demiş. Atın
boynuna sarılmış vermem, demiş. Demiş ya, götürmüşler onu. Kalan bahçedeki ayak
izleri ve birkaç damla gözyaşı. Bir de Köle’nin yaktığı türkü kaldı:
‘Zeyno, Maraş’lı Zeyno / Bağrı
ateşli Zeyno
Yâri askere gitmiş / Gözleri yaşlı
Zeyno.’
O devirler ki, gelip geçti
üstümden. Geçti de derin izlerini bıraktı anılarda. O zamanlar… Kayalardan
dökülen sularda çimerdi kuşlar. Kuzu yayılırdı çimlerde. Kurt saldırmazdı. İşte
o zamanlar toprağımsı gözleri, buğday teniyle o vardı.
Çetin geçen kışlara inat, uzun
süren günlerin sakin gecelerinde müzik müzik yükselen sesi Zeyno’nun. Durgun
bakışlarını oluşturan gözleri ahu ahuydu. İpek gibi uzun saçları. Gülümsedi mi,
çiçek çiçek açardı yanakları. Avuçlarına almak istesen, avuçlardan kayıp düşerdi
yüzü Zeyno’nun. Serin bir mahmurluk dolaşırdı gözlerinde o yaz geceleri.
Ne gökyüzünün maviliği, ne dolunay
gecelerinin duruluğu, ne de gelecin beyazlığı kaldı gözlerimde. Aklar anılarda
kaldı. Kirli görüyorum dünyayı. Çekilmez benim için zaman. Yitirdim her şeyi.
Zaman, gücünü bende denemek istiyor.’
Omuzlarının gerisinden biri
tutuyor. Öyle sıkıyor ki, zayıf kemikleri kırılacakmış gibi. Bayılıyor. Köle
kaldırıyor onu.
"Kalk, diyor Köle. Kalk,
doğrul. Benim gibi dayanıklı ol zamana."
Kendisinde de acı var. Vezirin
acısını taşıyor. Kendisi de zamanın belli bir yerinde duruveriyor. Kendisi de
yarı uyanık bir hayat sürüyor. Kendisinin de içini kurt kemiriyor. Ama
Vezir’ine bunları belli etmiyor. Sonra Vezir’e dönüyor:
"İçimi bir kızıl arı kemiriyor,
beynini ağaçkağan kuşu yontuyor," diyor.
Yine de, ikisi de hayatından
hoşnut sanki.
"Ah, varlık bizi bırakıp
gittin," diyor Vezir.
Köle aniden kalkıyor, yüzünü
Vezir’in yüzüne dayıyor. Onun burnundan çıkan sıcak nefesi ciğerlerine çekiyor.
Ellerini yüzüne sürüyor. Solgun yüzünde dolaşan elleri, kulaklarını, sonra da
saçlarını okşuyor. Görene iki deli var gibi gelecek.
Vezir’de isyanın başlangıcını
kovmak zor olmuyor. Söylediğini yeniden düşünüyor: `Ah varlık bizi bırakıp
gittin.` İçindeki şeytanın uzaklaşmasını istiyor.
Ayın ışığında, yıldızlar parlak ve
gök lekesiz. Gecenin sonunda Ahırdağı’nın sırtına düşen ay, tepelerin gölgesini
şehre gönderiyor. İkisi de şehre göz kırpan ayın son ışıklarını seyredebilmenin
yüreklerine verdiği buruk sancının ortasında bir unutuşu yaşıyorlar. Uzaklarda
bir köpek havlıyor, bir horoz gecenin hitam bulduğunun ihbarını yapıyor.
Köpeğin uzun ve acılı havlaması, onların yeni yumulan gözlerinin açılmasına
neden oluyor.
Çeşmenin arkasındaki yarım oda
kadar tahta kaplı yer sanki bunlar için yapılmış. Hani mezarlığa varmadan,
karakolun oradaki çeşme. Yağmur yağdığında geçirse de, kışları soğuk olsa da
önemsiz. Önemsiz, her şeye kanat gerdikleri gibi buna da kanaat ediyorlar.
Beklenen oldu. Bir gün Belediyenin
zabıtası geldi. Onları çıkaramadı.
`Nasıl çıkmazlarmış,` diye ayağını
yere vurdu Reis.
Öfkelice geldi. Ama yumuşadı.
Acıdı. İşe aldı sonra. Çöpçü.
Günler, haftalar, aylar ve yıllar
geçti. Artık burasının onların evi olduğunu bilmeyen yok gibiydi. Bir kenarda,
zamanın hızına ayak uyduramayıp solan, içine aldığı adamların ayaklarını
örtemeyen yatak. Bir tarafta da içi dolu ibrik. Ortada, farelerle ortaklaşa
yedikleri ekmek.
Velhasıl burası bir kümesi
andırıyordu.
Ama Köle ile Vezir’in evi.
-------------
ZEHİR
Günler uzadı.
Sayısız mevsimler gelip geçti.
Kuşlar mavi mavi uçtular.
Güvencesi olmayan âşıkların
yaşamları gibiydi.
Acılar dolaştı, bir gölge gibi
bırakmadı onları.
Her ikisi de işlenmemiş bir günahı
kabullenen birer gladyatördü.
Bir güzdü. Hasat zamanı.
Sağnak sağnak döğdü kaldırımları
yağmur, pırıl pırıl yıkadı her yeri.
Akşamla şehre giren karanlık.
Serviler, çınarlar, şehrin başlangıcı ve mezarlık. İleride Şeyhadil Çeşmesi.
Meşhur tarihi çeşme. Harıl harıl akıyor. Derim ki, çeşme ismini, mezarlığın
başında yatan uludan aldı. Ulu, mezarlığın ilk sakinlerinden miydi? Ulu kişi,
nereden geldi, nereye gitti? Ayrı bir konu.
Ahenkli bir ses. Ses, gittikçe
yaklaşıyor. Demir tekerlekli, çanlı araba sesi. Ses, bir ara duruyor. Yeniden
başlıyor sonra. Ne güzel bir müzik. Önceki temposunu yitirmiş değil. Bilakis,
daha bir yakınlaşmış, daha güzelleşmiştir. Yağan yağmurun düzenli bir şekilde
toprağı döverken ki ya da camlara vuran şıvgının çıkardığı doğal ses. Çeşme
duvarının arkasına tahtadan uyduruk bir kapı. Dört bir yanı eski tahtalarla
çevrili, üzeri teneke ile kaplı odacık. İçeride, karanlığı yutan, fitilini
yakan gaz lambası. Lambanın çevresinde, soğuk bir nemliliğe bürünmüş dalgın
bakışlı, sanki birer suçlu iki kişi: Köle ile Vezir. Tahta yarıklarından
sokaklara sızan ışık.
Kuru, zayıf, çıplak görünümlü,
uzun boylu, sarı, kan çanağı iri gözleri dışarı fırlamış, yüzünün iki yanındaki
kemik parçaları çıkmış, kelli/felli – ama zayıf - heykelimsi bir bedenin
sahibi: Vezir.
Gözlerinde lambanın kayan şavkı
var. Alnında soğuk soğuk dökülen terler var. Boyu efendisinden daha kısa. Alnı
düşük, saygısından kızaran yüzü. Kara gömleği ve üzerinde ak ak ter lekeleri.
Sabırlı, düşünceli, durgun bakışlı bir ilk çağ yontusu; anıt: Köle.
Turp zamanı.
Oydukları turpun içi meze ve
oyulan kısım da kadeh. İspirto dolu bir şişe.
Köle, doldurduğu kadehi efendisine
sunuyor. Önce takdim. ‘Ta’zime layık efendim, diyor Köle, asılzadem. Göğsünün
sol tarafını dolduran iki okka yürekli cömert Vezir’im.’
Vezir, daha fazla sabır edemiyor.
Elini uzatıyor.
Köle, ‘hele dur, diyor, daha
bitmedi. Şu sırtındaki üniforman varken nice nice devletlere galebe çalarsın.
Yedimdeki kadehi bir ateş pare-i zekâya sunduğumu biliyorum. Emrinize
deruhteyim.’
Daha, diyecekleri bitmedi. Kendine
geldi, belki gereksizliğine inandı ki… Demedi. Vezir, Köle’sinin sunduğu
ispirto dolu kadehi birkaç yudumda bitirdi. Neticeden mutlu muydu? Mutlu
olmadığı, yüzünü ekşitmesinden, pişmanlık ifadesi güderek başını sağa sola
sallamasından belliydi.
Kirli mendillerine bıraktıkları
mezeden (turpun içinden) karşılıklı aldılar.
Kadehi sunma sırası Vezir’de idi.
Vezir kadehi doldurdu. Elini
lambanın üzerine götürdü. Lambanın kör ışığın, kırmızıturptan yapılmış kadehin
üzerine düşüyor. Kadehin gölgesi, tahtalardan döşeli tavanda büyüyor.
Vezirin takdimi: Şu anda encam-ı
ulviyeden kulağıma nice sesler geliyor. Zati âlinize vazifemi yerine
getirebildiğimden mutluyum. Biliyorum zatının ecrini ödemek bana borçtur. Hadi
al şu kadehi bi nazsız memluğum.
--------------
ACI
Gün, öğle sonrası idi.
Ağaçları sallayan rüzgâr.
Dallarından boşanan yapraklar, belediye Meydanını duldasında birikiyordu.
Reis, alan temizlenecek, dedi.
Bekçi selamını çaktı ve çıktı. İvedice yürüdü. Heykelin orada durdu. Burnunu
temizledi. Neden sonra; hastayım, diye düşündü. Hasta mıydı ki? Değildi.
İleride…
Taş Medresenin önünde temizlikçi
elbisesine bürünmüş birinin varlığını fark etti. Güneye uzanmış, güneşin son
ışıklarından yararlanıyor gibiydi.
‘Bu adam, mesai zamanı neden böyle
yapar ki? Neden çalışmaz ki? Bunun hesabını benden sormazlar mı? Düdüğümü
öttürmeliyim,’ diye düşündü önce. ‘Hayır, öttürmemeli. Ürkütmeden yaklaşmalı.
Yaptığı hata ilk değil. Sessizce yaklaşmalı, suçüstü yapmalıyım.`
Bu Vezir’di.
Bekçinin kendine doğru geldiğini
görünce durumu anladı. `Neden hep ben? Dedi sonra. Dinlenmek yok mu
insanoğluna?`
Bekçi asıktı.
Vezir, kötü bir şey yaptığını
anlamış gibi önünde dinelen adama baktı. ‘Ne var bunda, dedi sonra, sen bana
bakıyorsun, ben de sana.’
Bu söz Vezir’den çıkmıştı ama
gayrı ihtiyari.
Vezir’in bilinçsizce sarfettiği
sözünü bekçi tekrarladı:
‘Ne var bunda.’
Bekçi, dev gibiydi Vezir’in
gözünde. Yaklaştıkça, yerde sürünen adam, başını kulaklarına kadar örtüyor,
buruşuk şapkasını düzlüyor, sümük lekesinden parlayan kahverengi ceketinin
kollarını kendine siper ediyordu. Yumulan gözlerinde, olayın kötü
kahramanı(bekçi) canlanıyordu.
Eğilmeden sümkürdü. Sümükler, sağa
sola ve yerdekinin üzerine sıçradı. Bıyıklarında kalan sümüğü kolunun tersiyle
sildi. Yerdeki, yırtık ve kirli ceketinin yakasını çekti. ‘Görünmemek gerek.
Yüzümü kapatmam gerek. Oldu. Kimse beni görmesin, ben de kimseyi görmeyeyim.’
Yüzünü kapattığı parmaklarını araladı, karşısındakine baktı. Araladığı
parmaklarının arasındaki adam daha bir korkunç görünüyordu. Bekçi, ayakta,
sessizce dineliyor. ‘ Hayra alamet değil, Reisin çektiği fırçanın hıncını
çıkaracağa benziyor.’
Kalktı.
Taş Medresenin duvarı boyunca
ivedice yürüdü. Maksadı, kaçmaktı, ama düşman olarak bildiği bekçiyi aldatmak
için ‘bir yere gitmiyorum, buradayım,’ süsü vermeliydi. Bekçi, peşinden koştu.
Vezir, Taş Medrese’nin bitiminde durdu ve ‘ben yalnız değilim,’ anlamında
düşmanına baktı. Ayağı, yatan Köle’sine takıldı. Gürültü ile düştüğü, gazeller
sağa sola savruldu. Olay ve Vezir’in tavrı Bekçi`yi gülümsetti. Düşmanının
güldüğünü gören adam derin bir nefes aldı. ‘Oh şükür, korkularım yersizmiş.’
Diye düşündü.
‘ Size akıl erdiremiyorum.’ Diye
söylendi Bekçi.
Neden sonra; ‘Size acınmaz,’diye
eklemesi, Vezir’in toplanan umudunun dağılmasına neden oldu.
Bekçinin ağzında bir kekrelik
vardı. Zaman zaman olsa da, çoktandır olmayan bu kekrelik adamı düşündürdü.
‘Acaba yine mi hasta olacağım?’diye söylendi.
Bekçi`nin, ‘yine mi hasta
olacağım,’ı hoşuna giden Vezir, cümleyi tekrarladı durdu.
Bekçi, Vezir’in kulağından tuttu.
Vezir, ellerini esirlerin yaptığı gibi yaptı. Kendisine bir işlem yapılmayan
Köle de aynısını yaptı, efendisini taklit etti. ‘İkisi de teslim oldu’ diye
kekre kekre güldü Bekçi.
Alan temizlenecek, dedi Bekçi.
Bekçi, içe doğru yamılmış teneke
arabasını önden sürdü. Arkasında, Vezir`in ve geride Köle`nin arabası. Şimdi üç
araba peş peşe ahengi bozulmayan ses çıkarıyordu.
Vezir, mahalle çocuklarının sapını
kırdığı süpürgesini Belediye duvarının taşları arasına soktu. Çöpler dağlar
gibi. Vezir’in gözünde her şey büyüyordu. Duvarın taşları arasına soktuğu
süpürge bile çöpler arasında kaybolmuştu. ‘İnsanlar, sevgiyi bilmiyorlar, diye
düşündü, nasıl yaşanır sevgisiz? İnsanların pisliği. Bu kadar çöp temizlenir
mi? Böyle oluşları nereye dek götürecek onları? Adaletsizler; geleceklerinden
umutsuzlar. Umutsuzlar, çünkü geniş yürekli olamıyorlar. ’
Nerede var, nerede yok, burnu
dibinde iki çocuk belirdi. Sarı olanı Vezir’e çelme taktı ve öteki iteledi. Yüzükoyun
taşlara kapanan adam zor duyulabilen ses çıkardı. Çocuklar gülerek alanın
köşesindeki arkadaşlarına doğru kaçıştılar. Köle’si Vezir’in yardımına yetişti.
Yüzünden dökülen kanları avuçladı, (sanki su avuçluyordu, ama neden kanlar oluk
oluk akıyor gibi geldi ona) kirli elbisesiyle yüzünü temizledi. Vezir,
afacanlara bakıyor, haykıran bir adamın özelliklerini taşısa da sesi
çıkmıyordu. Küçük düşmanlarına bakmaktan başka karşı koyamayacağını anlamanın
acısını yaşıyordu.
Köle’si, iki omzundan tuttu ve
sırt üstü yatırdı, sonra da tükürerek ve yapraklarla kanları temizledi.
Alanın ortasındaki çocukların kimi
gülüşüyor, kimi taş atıyordu.
`Yapmayın çocuklar, yapmayın
yavrularım,` diye başladı yakarmalarına Köle. Kirli ve kıllı yüzünü, Vezir’in
pembe ve yuvarlak, saydam fakat Köle’nin ki kadar kirli ipek gibi yumuşak
derili alnına dayadı.
‘Çekilin. Bırakın artık… Yeter.’
Vezir’in gözleri kapalı idi. Sanki
yağmurlu kış gecesinin uzun süren rüyasında gibiydi.
Taşlar geldikçe Köle’nin
yakarmaları yumuşak bir tona dönüştü.
‘Taman biz de insanız, yapmayın.’
Vezir gözlerini açtı.
Bilinci yerinde miydi? Olanlardan
haberdar mıydı? Bilinmiyor. Bilinen; bu olaydan fazla acı duymadığı idi.
Köle’sine baktı. Gülümsedi ve
gözlerini indirdi.
Öne atılan bir çocuk, korkunç bir
şey görmüş gibi bağırdı.
Sonra sözlerini: "Herifin
ayıp yeri görünüyor vallahi," diye tekrarladı.
İçim sızlıyor,` diye geçirdi
içinden Köle. ‘Vezir’in yırtılan pantolonundan ayıp yerinin görünmesi onun
hatası mı? ’
Aklı ermeyen çocuklar hariç, diğer
çocuklar bağırıyor ve taş atıyorlardı.
‘Ayıp vallahi,’ diye bağırdı sarı
çocuk. Biri, bağıranın ağzını kapadı. Ama bir darbeyle uzaklaşmasını sağladı
sarı olanı.
‘Ben utanıyorum, ’dedi bir kız
çocuğu.
Şimdi sarı çocuk yerde
debeleniyordu. Çünkü büyük çocuktan yediği tekme sonrası kasıklarında oluşan
acının farkında idi. Acı, kesilir diye bekledi ama dayanılmazlık artıyordu.
‘Kalk, dedi öteki, elin garibine
çelme takmak, burnunu kanatmak nasılmış, sana gösteririm.’
Yerdeki, kasıklarını tuta tuta
kalktı. İki yumruk darbesi sarı çocuğu tekrar yere yatırdı. Daha iri olanı: ‘Ne
itler gibi boğuşuyorsunuz’, dedi. ‘Ne itler gibi boğuşuyorsunuz,’ derken olgun
bir adam tavrı takınmıştı.
Gürültüye, Belediyeden Bekçi,
zabıta şefi ve memurlar çıktılar.
Bekçi, çocukları kovaladı ama
tutamadı. Büyük olay olmuş süsü vererek düdüğünü uzun ve acı acı öttürmekle
yetindi. Sesler kesilince, başarmanın verdiği hazla boynuna bağladığı düdüğünü
bıraktı. Gözleri ilerilerde, gülümsedi. Savaş sonrasının matemine bürünen
şehirde seslerin gelmesini bekledi. Şehrin üzerinde uçuşan bir bölük güvercin
dikkatini çekti. Güvercinler, yüksekte toplandılar, süzüldüler ve Kümbet
tarafına indiler.
Reis emretti.
Onları huzura getirdiler.
Karşılıklı bekliyorlar. İki suçlu
gibi titriyorlar. Alınlarında biriken terleri siliyorlar.
Olayı zabıta şefinden önce bekçi
anlattı.
Her iki suçlu resmi duruştaydılar.
Öyle bir duruş ki; kıpırdamamak için kendilerini zorluyorlar.
Reis yerinden doğrulmadan
yüzlerindeki hüzün arttı. Reis’in elleri arkada, karşıdakilere anlamlıca
bakınca; her ikisi de; ‘işte bana,’ diye düşündü. Reis onları önce bir güzel
yumuşatacaktı, sonra işlerine son. Kaç kez nasihat etmişti. ‘Sizler
ailedensiniz,’ demişti. Nedendir, Vezir’in gözüne duvardaki tablo ilişti.
Bilinen bir tablo. Bildiği, yabancısı olmadığı bir tablo. Yıllar önce köşkte
asılı olan tablo. Rahmetli babasının sevdiği tablo. Çerçeveleri, acı tatlı
anılarla kaplı. Az su taşıyan nehir, arkada orman ve geride karlarla kaplı
dağlar. Nehre gelen geyikler. ‘Nehir neden az su taşıyor? Neden, düz akmıyor
da, kıvrıla kıvrıla akıyor?’ Düşündü ki, bütün bunlar ressamın tercihi. Yine
düşündü ki; acı tatlı anılardan başka bir şey yoktu nehirde/ tabloda.
Reis, bıyığını burkup, gözlerini
ayırınca, ‘yardımımıza kimse koşmaz’, diye düşündüler ve yürekleri acı bir
yönelişle sızladı. Yüzlerindeki acıyı okumamak imkânsız. Durumları, Reisi önce
içinden, sonra da alenen güldürdü. Reisin gülümsemesi onlara güç verdi.
Gidebilirsiniz, dedi Reis.
Vezir kapıyı açacaktı ki, Köle’nin
gelmediğini görünce durdu. Eli kapının kolunda şekillendi.
‘Ne istiyorsun,’ dedi Reis.
Köle, başı eğik, sessiz
bekliyordu. Mahzundu.
‘Biliyorum, dedi Reis. Her zamanki
isteğiniz. Aybaşı değil ki, size maaş verilsin.’
Cebinden çıkardığı paraları masaya
bıraktı. Köle, paralara hücum etti ama masa üzerindeki madeni paraları almak
kolay olmadı.
Çıktıklarında, Vezir Köle’ye aç
kurt gibi saldırdı. Yere düşen Köle: ‘Hiç böyle yapmazdı ama neden böyle
davrandı’, diye mırıldandı.
Vezir, paranın düştüğünü sandığı
yere kapandı, gazelleri kucaklamaya başladı. Karıştırıyor, kucakladığı
yaprakları savuruyordu. Vakit geçmiş, bulduklarının para mı yoksa kâğıt parçası
mı olduğu seçilemez olmuştu.
Bu sırada Ulu camiden çıkan Hoca
Efendi öğrencilerinin önünde göründü. Köle, Vezir’e ışmarla gösterdi. ‘Bize
doğru geliyorlar.’ diye söylendi. ‘ Gelişleri bizedir.’ Dedi sonra. Yılan
sokmuş gibi sıçradı. ‘Geliyorlar, geliyorlar.’ Dedi. Korkan birinin ifadeli
yüzündekiler Köle’nin yüzündeydi.
Gelenlerin kim olduğunu bildiği halde;
‘Kim geliyor, dedi Vezir.
‘O geliyor, Hoca geliyor,’ dedi.
Bilinçsizce, gelenlere doğru,
gözleri kapalı koşmaya başladılar. Gözlerini açtıklarında topluluğun
önlerindeydiler. Geri mi dönselerdi, nereye kaçacaklardı? Durdular. Hoca, sarı
sarığı, beyaz cüppesi ve ak/uzun sakalı, henüz kışın girmemesine rağmen
ayağındaki mestiyle Köle ile Vezir’in gözünde büyüyor büyüyordu. İkisi de
köşedeki ağacın kalın gövdesine sırtlarını dayadılar. Hazır oldaydılar.
Gözleri, karşısındakilerden ziyade göğe bakıyordu. Korkuyorlardı; içlerindeki
saygı korkuya dönüşmüştü. Köle gözlerini yumdu. Hafız Ali Efendi, Köle’nin
kirli yüzünde ve çevresindeki seyrek kıllarda elini gezdirdi. ‘Ha, şimdi
vuracak,’ diye düşündü Köle. ‘ Ama neden vurmuyor. Hayır, şimdi muhakkak vuracak,
peşinden adamları vuracak ve yüzümüze tükürecekler. ’ Köle böyle düşündü ve
düşüncesindeki buna benzer sözlerini tekrarladı durdu. Vurma veya tükürme
eylemi geciktikçe de; ‘ Bu, muhakkak olacak, bize verilen mühlet
zararımızadır.’ Diye düşündü. Yirmi dört saatlik zaman dilimi gözlerinden
geçmeye başladı. İspirto almaları, Vezir’le kafayı çekmeleri, Taşmedresenin
duvarına sızmaları, bekçinin gelmesi… Vesaire. Beyninde yer eden bir husus ta:
Bir çocuğun; ‘elin garipleri,’ diyerek arka çıkması idi. ‘Acaba neticemiz ne
olacak? Bu gün hep kötü fiiller işledik. Boşluk içindeyim. Bu böyle sürecek mi?
Hoca ve adamlarına yakalandık. ’
Açlıktan sızlayan midesi idi.
Bilmese de midesi idi.
Hoca’nın ‘ çöpler arasında ne
arıyordunuz? ’ sözü onları düşüncelerinden ayırdı ve gevşemeleri başladı.
Arkasından gülümsemesi, aksakalını sıvazlaması korkularının azar azar
dağılmasına neden olan etkenlerdendi.
`Paramızı yitirmiştik,` dedi
Vezir.
Hoca, cebinden çıkardığı
paralardan ikisine de verdi. Adamları arasından mırıldanmalar duyuldu.
Bunlar sokranmalardı. Mırıltılar:
‘Bu sarhoşlara da sadaka verilir miymiş’ şeklinde idi. Hoca sessizdi ve hiçbir
söz duymamıştı. Aslında, Hoca her şeyi duymuştu.
--------------------
DÜRTÜ
Hoca ders halkasında. Çevresini
talebeleri kuşatmış. Her yaştaki talebesi onu büyük bir saygı ile dinliyor. Bu
sırada içeri biri girdi. Saygı ile eğiliyor. Selam veriyor. Yabancı biri. Ama
hoca onu tanıyor. Hocanın kulağına eğiliyor. ‘Hayır, ‘ diyor hoca. Tepkisi,
gizli konuşmak istemesinde.’Açık konuş,’ diyor hoca.
Adam Köle ile Vezir’i soruyor. ‘Ne
gibi hasletlerle tattılar ölümü bu iki garip,’ diyor. Yalancı üzüntüsünü ve
ayaklarını aksatması Hoca’nın dikkatinden kaçmıyor.
‘Demek garipler, diyor Hoca, neden
sağlıklarında sahiplenmediniz? ’ diye düşünüyor sonra.
Uzunca fısıldanmalar bir kenarda.
Adam gidince, öğrencilerden bir
meraklı soruyor.
‘Köle ile Vezir’in hayırsız
akrabalarından biri, diye açıklama yapıyor Hoca. Sağ iken vurdular vurdular da
şimdi pişmanlık duyuyorlar, ama geç. Onlar son günlerinde tam
teslimiyetteydiler. Öyle bir tövbe ettiler ki, şehrin tüm insanlarının
tövbelerine eşitti tövbeleri. ’
Hafız Ali Efendi durdu.
Sessizlik uzadı.
‘Hoca bu gün ders işleyemez.’diye
düşündü talebeleri.
`Onların tövbeleri, diye ekledi
Hafız Ali Efendi. Acı pişmanlık. Yüreklerine işledi... Hani, akşam çıkışı
karşılaştığımız gün: O günden sonra yalnız bırakmadım onları. Ölümlerinden 3 ay
önce kulübelerine gittim. İlk gidişim değildi bu. Yine ispirto ve yine
sarhoştular. Görünce ayağa kalkmak istediler ama ne mümkün? Sırtları duvara
dayalı, başları dik ve elleri göbekleri üzerinde kenetli. Oturun dedim.
Saygılarının bana olduğunu sanmıyorum. Bu kadar günahtan sonra yüreklerinde
kalan inanç... Saygıları; kutsal değerleri yitirmemelerinin gerisinde gizliydi.
`Bir gün sabahtan önce yakaladım
onları. Vezir’i hızlıca çektim. Kelli felli adam pamuk çuvalı gibi yanıma
yığıldı. Her ikisinde de gurur denen nesne yoktu. Her şeyleri yitirdikleri gibi
gururu da yitirmişlerdi. Evet ‘gurur’u da. İşte bu güzel, diye düşündüm.
`Bu anı, hatırlayın’ dedim onlara.
`Yüreğimizde,` dediler.
‘Yüreğimizde’ derken damarlarına
kadar saygı doluydular. Masiyetlerinin bilincindeydiler.
İnsanlık gayelerini
yitirmediklerini keşfettiğimden olacak defalarca gittim onlara.
`Babanla dosttuk, dedim Vezir`e. O
ölümü gülümseme ile karşıladı:
`Kanser ilerlemiş, ciğerlerini
parça parça alıyordu. Ölümden korkmuyordu. Biliyordu öleceğini ki, korkmuyordu
işte. Ölümü tanıyordu. Tanıyordu ki davranışlarında bir serinkanlılık, bir boyun
eğiş vardı. Bir ara ölümün bir hiçlik olmadığını söylemek istedim. Ama neden
bunu gereksizliğini telakki ettim? Ölürken yanındaydım. Teselli sözü etmeyi
düşünsem de vazgeçtim. Elimi aldı ve sıktı. Ağzından çıkan kelimelerinin
yerinde anlaşılmaz mırıltılar vardı. Anlamamam mümkün mü? Kelime’i şahadet.
Damarları çekildi, derisi sertleşti, alnına hücum eden kan durdu. Son bir
gülümseme ve ölüm. Kapalı gözlerini oluşturan ak yüzü kıble yönündeydi.
`Onlara emirleri anlattım.
`Bildiklerini, dost oldukları şeytanın
izini takip ettiklerinden unutmuşlardı.
Kendilerinden hoşnut olmadıkları
belli. Acı duygular yüreklerinde dolaşıyor. Dolaşıyor ama yine de
gülümsemelerine engel olamıyor. İçlerinde, zelzeleden sonra başlayan bir
fırtına hüküm sürüyor.
`Vezir, ayağını kırarak üzerine
oturuyor:
`Yasaklanan fiilleri işledik hep.
Hem de her gün ve günde birkaç defa. Bunda sonra tövbelerimiz kabul edilir mi?
Bu gibi hareketlerimden sonra zaman zaman bana kazan kaldıran içimdeki o
belirgin dürtü yine kabarıyor. Dürtüden sonra başlayan ses çoğalıyor.
Suçluluğumu unutamıyorum ve gözlerim yaşarıyor. Zaman zaman sorarım; nasıl bir
suç bu? Suçların en bayağısı ve bağışlanamayanı.`
`Bunları söylerken, çocukluk ve
ilk gençlik yıllarında aldığı bilgileri kullanıyor.
`Bakışları, bizim tövbelerimiz
bağışlanabilir mi der gibi.
Evet, diyorum ben.
Vezir’in elleri titriyor, Köle’nin
alnı ter damlacıkları çıkarıyor. İkisinin de gözleri kapalı. İçlerindeki dürtü;
acıyı yavaş yavaş ümide dönüştürüyor.
`Çektikleri acının yüreklerinden
silinebilmesi için yanlarında kalmamı ve kendileri ile ilgilenmemi istiyorlar.
Acıya dayanamayacaklarını ve hayatlarını bu şekilde sürdüremeyeceklerini
biliyorlar.
`Her yeni gelişimde onları
bambaşka fiillerle meşgul buluyordum. Ne ispirto, ne kadeh ne de kulübenin
tahta duvarlarında bunların kokusu vardı?
`İçlerindeki devrim oluyordu
sanki. Bunu duyuyorlardı. Yeniye sarılmaları her şeyin üstüne çıkıyordu. Bana
olan saygıları ve güvenleri tamdı. İçlerinde duydukları kıpırdanmadan sonra
gelen sesin emirlerini noksansız uygulamak istiyorlardı.
`Geride bıraktıkları, bir mum gibi
eriyen uzun yıllar. Geçmek bilmeyen uzun yıllar ne de kısaydı şimdi?
`Köle’nin içinde kimseye görünmeme
…… Vezir’de git git artan aynı paraleldeki dürtü!
--------------
ÖLÜM
Reis’in bedenine ürkütücü bir
titreme yayılıyor.
Başını eğiyor.
Kimin karşısında olduğunun
farkında.
Hafız Ali’nin karşısında.
‘Kimin karşısında olduğumu çok iyi
biliyorum, diye geçiriyor içinden. Bu gibi ender ölümler… Nasıl oluyor da ikisi
aynı günde ölüyor? Olağanüstü. Nasıl oluyor da ikisi aynı izi takip ediyor.’
Sanki Reis’in düşüncelerini
biliyor Hoca. Bilmese de yakın şeyler düşünüyor. Sonra onun düşüncelerine
müdahale ediyor.
`Bu, alınyazıları, diyor, onları
çeviriyor, dönderiyor. Bu şehirde ölmeyeceğiz mi dediler? Öyle oldu. Bildikleri
için söylemediler. Olacağı için oldu. İlham edildi de dediler. Gaibi bilmezler.
Yalnızca ağızlarından dökülen kelimelerdi bunlar. ‘Bu şehirde ölmeyeceğiz...’ Hayır
hayır, demediler bunu. Bilmiyorlardı ki desinler. Ağızlarından çıktı. Böyle
istiyorlardı. Sözler, söylettirildi onlara. `
`Bana geldiler, diyor Reis; `biz
ölürsek ne yaparsınız?` Dediler. Ben de alaylıca; ‘ne zaman öleceksiniz’ dedim.
`Yakında,` dediler.
`Cenazelerinizi kaldırırız.`
`Ne kadar para ile?`
`Şöyle bir düşündüm; otuz lira
dedim. Otuzar lira masraf olur.`
`Çok para,` diye mırıldandı Köle.
Vezir; `bu parayı bize ver,` dedi.
`Neden verecek mişim?`
`Çünkü bu şehirde ölmek
istemiyoruz, dedi Köle. `
`Nedenmiş o?` Dedim.
`Bizi Hocadan ve sizlerden gayrı
soran olmadı da.`
`Evet, diye Köle’sini destekledi
Vezir. Evet, bu şehirde ölmek istemiyoruz.`
Yine sordum: `Neden? İnsanları
lanetli mi?`
`Hayır, değil elbet. Özellikle
akrabalarımız.`
(Uzun boyu, çökmüş yanakları ile
yalvarırcasına bakan bu adama dayanmak zordu. Bu acılı adamların daha fazla
yalvarmalarını istemiyordum. İyi ki böyle yapmışım. Biran öyle oldu ki her şeyi
unuttum. Şimdi mazimde ve hal’imde bu iki adam vardı. Dünyada üç kişiydik.
Köle, Vezir ve ben. Otuz lira verdim. Verdim ama arkasından; eyvah dedim. Daha
bunlar dün maaş almadılar mı? Onikişer lira ve bu kadar para. Ne yapacaklardı
bu kadar parayı? Neden verdim. Bilmiyorum. Artık esirdim. Pişmandım. İkinci gün
işe gelmediklerini duydum. Endişem arttı. Üçüncü gün ölüm haberleri. Öldükleri
yeri ölçtürdüm. M, şehri ile A, şehri arasında. Bakışları öteki şehre idi.`
Güneş buluta giriyor. Gök
kararıyor. Alandaki kuşları rüzgâr kovalıyor. Yağmur, önce ağaçları, sonra
Belediyenin camlarını dövüyor.
`Hayır, diye söze müdahale ediyor
Hoca, hayır yüzlerini o şehre vermediler. Gidecekleri yöne idi yüzleri.
Gidecekleri yöne bakıyordu gözleri. Onlar öyle bir arzu ile öyle bir yere
gidiyorlardı ki, bunu hiç zaman hiçbir kimse bilmeyecek.`
-------------
Bir Yörük kadını anlatıyor.
`Uyanmıştım. Sabah yakındı. Gökte alaca bulaca bulut vardı ama yine de acıktı.
Acı bir seher yeli esiyordu. Geriler karanlık olsa da ufuk aydınlıktı.
Karartılar tepede göründü. İlerliyorlar. Ağır. İki adamdılar. Yönleri çadırlara
doğru. Biri halsizdi. Henüz aydınlık zuhur etmese de belli oluyordu.
İnsanlarımız uyuyordu. Erkeğimi kaldırmak istedim. Ama inlemeler geri baktırdı
beni. Biri halsizdi. Kâh sendeliyor kâh düşüyordu. Ama ilerliyorlardı. Çünkü
diğeri arkadaşını taşıyordu. Halsizdi biri. Çadırların başlangıcındaki çeşmeye
ulaştılar. Şimdi ayan beyandı gördüklerim. Dedim ya, iki adamdılar, halsizdi
biri. İnsanlarımız uyuyordu. Koyunlarımız otlamaya gidiyorlardı. Arındılar.
Çeşmeye geldiler.(abdest aldılar.) Sanki halsiz değildiler. Ortalık ışımadan benim
yaptığım eylemi yaptılar. Bellerindeki çaputu açtılar. Azıklarını yediler.
Ortalık ışıyıncaya kadar taşların arasında uzunca oturdular. Sanki halsiz
değildi biri. Ortalık ışıyordu. Kalktılar. Güneşe bakıyorlardı. Koyunlarımızın
sulandığı havuzun başındaydılar. Bir gürültü. Koyunlarımız ürktü. Köpeklerimiz
havladı ve ben durdurdum. Adamlarımız uyandı. Uzunca olanını diğeri çıkardı.
Yatırdı. Yerdeki ses çıkarıyor ama anlaşılmıyordu. Adamlarımız geldiler. Güneş
bir metre yükseldi ki, yerdekinin sesi kesildi. Diğeri üzerine abandı. Canım
Vezir’im dedi, ağladı. Adamlarımız kaldırdılar. Ölmüş dediler.`
*
Hoca düşünceli. Sessiz ve sakin:
`Kişi arkasını döndüğünde insanlar
zaman zaman bıyıkaltından gülerler. Kalpleri vardır ama çok şeyi bilmezler.
Adalet derler, eşitlik derler, vicdan derler…. Menfaattan başka şey
düşünmezler. Bireysel bir düşünceye saplandıklarından başkalarının fikirlerini
yanlış telakki ederler. Sevgiyi bilmediklerinden ya da yanlış bildiklerinden
insalsal değeri taşımazlar.
Bir zamanlar bunlara para verince
adamlarımın arasından homurtular geldi. ‘ Bunlara da sadaka verilir miymiş?
Dediler. Ne demek bu? Duyunca bana bir hal oldu. Sanki terkedilmişliğimi
anladım. Dost bildiklerim benden uzaklaştılar dedim. Evet, böyle düşündüm.
Adamlarım gerçeği bilselerdi, kendilerini bağışlattırmak için bu adamların
önünde diz çökerlerdi.
Adamlarıma döndüğümde başları
eğikti.
Dedim ki; bu temiz para hiçbir
zaman onlara içki parası olmayacak. İki talebemi takibe gönderdim. İkinci gün
iki talebem dizlerime kapanıp af dilediler.
‘Onların adımları Kâbe’ye idi,
diye söylendi Hoca. Gözleri gidecekleri yere idi. Aylarca gideceklerdi. Bu
adımlarla ulaşmanın zorluğunu biliyorlardı. Ama imkânsız olmadığını da.
Karıncaya sormuşlar, yolculuğun
nereye?
Kâbe’ye demiş karınca.
Bu adımlarla ulaşamazsın ki!
Ulaşamazsam da bu yolda ölürüm ya!
`
----------
* Genç yaşlarımda hikâyeyi ruhuma
işleyen Mustafa Koyuncu’nun ismini içimde duyarak.
*
Dün (8.12.2009) yine karşılaştım
Mustafa Koyuncu ile. İnanması güç ama tam da olayın geçtiği yerde oldu
karşılaşmamız.
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder