Bu,
“elestü bi rabbiküm” emrine cevaben verdiğimiz, “bela” sözümüzü yerine
getirmek için dünyanın yedi harikasını görmek üzere uzaklardan gelen benim ve
Ablamın öyküsü.
-----------
ekimin
son haftası, cuma
Ben Filipinli Ayşe, aylar süren
gemi yolculuğundan sonra artık özlediğim mekâna geldim.
Kâbe.
Bir akşamüzeri, Yemen yönünden
esen hafif rüzgâra sırtını dayadım.
Yaklaşmakta olan biri dikkatimi
çekti. Kısa boylu ama ya yaşı ne kadar, diye düşündüm.
Orta yaşlı dedim sonra kendi
kendime.
Evet, orta yaşlı kadın elindeki
bardağı musluğa uzatıyor, dolduruyor ama bardak dudağına ulaşamadan, bardaktaki
zemzem dökülüyor.
Kalktım. Bardağı doldurdum ve
kadına sundum.
Endonezyalı kadın beni kendine
çekti. Kucakladı ama öpmedi.
Bu olay; benimle Endonezyalı
kadının arasındaki dayanılmaz ünsiyetin başlangıcı idi.
İkinci gün, tavafa giden
arkadaşlarımdan ayrılarak tefekkürü tercih ettim.
Şimdi, Altınoluğun karşısındayım.
Seçtiğim tefekkür için Makam-ı İbrahim’i görmeliydim. Bu yönde yer aradım,
buldum.
Başımı ağır ağır kaldırdım.
Gözlerim Beyt’in kapısına kadar
yükseldi.
“Allah’ım, ben şahadet ederim ki
Senden başka ilah yoktur.”
Gözlerim kapalı.
“Yine şahadet ederim ki Muhammet
Sen’in kulun ve elçindir.”
Şimdi, kapalı gözlerim beni çağlar
öncesine götürüyor:
İsmail Peygamberin koyunları uzun
uzun yayıldı. Bu yayılma, genç Elçinin kendilerine öğrettikleri doğrultudaydı.
Birisi de Haram sınırlarını aşmadı.
Çocuk, koyunlardan önce anneye
doğru koştu.
Cürhüm’lü gelin çocuğunu sevdi.
Gelinin gözleri tepeden inen yaşlı
adamın üzerindeydi. Adam yaklaştı.
‘Ne güzel bir ihtiyar, dedi. Hiç
te yorguna benzemiyor.’
Gelin güldü.
Gelin niçin güldü?
‘Kızım kocan nerde?’ diyor
yaklaşan yaşlı adam.
Gelin ihtiyara imrendi ve güldü.
Ne güzel ihtiyar, diye düşündü
yeniden.
‘Kızım kocan nerde?’ diye yineledi
ihtiyar.
‘Avda.’
Üzerinde, çalıdan başka nesne
olmayan siyah taşlı tepeler, seyrek ağaçların arasına saklanmış, kuş uçmaz ve
kervan geçmez yerler. Bu ıssızda ne yaparlardı? İhtiyarın sözleri bu doğrultuda
oldu.
‘Ne yersiniz?’
‘Et.’
‘Ne içersiniz?’
‘Su.’
‘Allah eti ve suyu mübarek etsin.’
O çağda Mekke toprağında henüz
tahıl yoktu. Olsaydı ve gelin “bir de ekmek yeriz,” deseydi, yaşlı elçi ekmek
için de dua ederdi.
‘Kocana selam söyle kapısının
eşiğine sahip olsun.’
‘Söylerim. İnip dinlenmez misin?’
Ra’le’nin üstünlüğünü
keşfeden yaşlı adam,‘geçmiş yıllardaki gelin ve şimdiki gelin.` diye düşünüyor.
Önceki için de eşik kelimesini kullanmıştı. Ama olumsuz. ‘Ama oğlum anladı ve
ayrıldı ondan. Ama bu sefer olumlu. Yine anlayacak ve sımsıkı sarılacak güzel
gelinim Ra’le’ye.’
‘Geceyi burada geçirmez misin?’
diyor gelin.
‘Hayır,’ diyor, peygamber. İçinde
eşinin sözleri gizli. “İsmail’in evinde gecelememek şartıyla…” kopardığı izin..
. Sözüne sadık kalmalı Peygamber. Amcasının kızı ve ilk inananlardan karısı.
Onun darılması, gücenmesi yaşlı elçiyi yaralardı. Hem evlenirken verdiği söz de
bu doğrultudaydı.
‘Ömür boyu başkasıyla evlenmemek
şartıyla.’ demişti evlenirken nişanlısı adama.
‘Ömür boyu başkasıyla
evlenmeyeceğim.’ demişti adamla da.
‘Ben istemedikçe,’ demişti
nişanlısı.
‘Evet, sen istemedikçe.’ demişti
kendi de.
Ve akşam oluyor.
‘Kokusunu alıyorum,’ diyor avdan
dönen genç elçi.
Ra’le, mutlu.
‘Kimin kokusunu alıyorsun?’ Diyor
Ra’le.
‘Babamın. Babam geldi değil mi?’
‘Yaşlı biri geldi.’
‘Ne söyledi?’
‘Demek eşikten söz etti.’
‘Öyle?’ diyor Cürhüm’lü gelin.
Adam önceki karısını düşündü. Onun
için de eşikten söz edilmişti. Ama ‘boşa’ anlamındaydı emir.
Birden irkildi ve kendine geldi.
‘O benim babamdı. Seni
sahiplenmemi istemiş.’
Ra’le mutlu.
Ne mutlu Ra’le’ye.
‘Demek babandı.’
‘Evet. Onun için ne yaptın?’
‘Saçını yıkamayı teklif ettim,’
diyor gelin, ‘atından inmeden ayağını Haram’a dayadı, sağa döndü, ben de sağını
yıkadım. Sonra sola döndü, ben, sol tarafını yıkadım.’
Genç kadın neşeli. ‘İşte kanıtı’,
diyor ve taşa çıkan ayak izlerini gösteriyor.
-----------
“Seni noksan sıfatlardan tenzih
ederim.”deyip başımı kaldırdım.
Derin tefekkürüm bitmişti.
-----------
İkinci gün yine aynı saatte, aynı
yerde oturdum. Saatlerden beri okuduğum mushafı yerine bırakıyorum. Dizlerinin
uyuştuğunu hissediyor ve ayaklarımı ileri doğru uzatarak gözlerim yukarılarda,
Allah’ın evini seyrediyorum.
Biri tarafından uzatılan zemzemi
içmem sonrası, tavrım kandığımı gösteriyor. Endonezyalı kadın boş bardağı
elimden alıyor. “Ellerin ne de sıcak?” diyor.
Kalktım ve kucaklaştık.
Bu, ikinci kucaklaşmamızdı ve uzun
sürüdü.
-----------
Gelen nişanlım Ali idi.
Ali, yanıma oturdu.
Bazı gereksiz şeyler konuştu.
Olması gerekendi belki, ama burada söylenmesi gereksizdi bence.
‘Davranışlarını anlar gibi
değilim,’ diyecekti ki, başımı çevirmeden konuştum.
“Dinle Ali, dedim, seni
aramadığım, ya da senden kaçar gibi göründüğüm doğru değil. Bu kutsal mekânda
bunlara gerek yok.”
Ali’nin içi rahatlamıştı.
"Nikâhlımsın, dedi sonra, en
azından günde bir kez selamlayabilirdin mahremini.”
“Gerek yok, demem seni hafife
almam anlamı taşımıyor elbet. Birinin gerekliliğini duyumsamak anlamı benden
uzaklarda.”
Bunları söylerken - kısa süreli de
olsa - Ablasının yokluğu ona dayanılmaz geliyordu.
“Bilmiyorum ömrümde bir daha bu
yerleri görebilir miyim? Göremem faraziyesiyle insanlardan kaçmak, dilini
dişini bilmediğim insanlar arasına dalarak günümü Ma’budumun hayaliyle geçirmek
istiyorum.”
-----------
aralık
ortası
Öyle de oldu.
Düşündüğüm gibi.
Ablam.
Beni, kaldığı oteline davet etti.
Endonezyalı kadınlar çevremi
sarmıştı. Sonradan öğrendiğime göre merak ediyorlarmış, çünkü günlerce
konuşulan konu benmişim. Ablam; “Bir gün size birini getireceğim ki, tam hacılık
vasıflarına vakıf” dermiş akşamları.
Diğer odalardan da geldiler.
Kadınlar, dokunmadık yerimi bırakmadılar. Bunun 3 nedeni vardı:
• `Hacılık bana da bulaşsın,`
düşüncesinde olanlar,
• Benim kutsal biri olduğunu
düşünenler,
• Ve kendi uluslarının
insanlarından apayrı bir yaratılışta olduğumun düşüncesini içlerinde
taşıyanlar.
Onlara göre, hacılık vasıfları
taşıyan biri ayaklarına gelmişti.
Biri saçlarımı öperken, biri de
küpemi çekiştirdi, diğeri ise başörtümü kendi başına taktı. Öteki ise, ‘burnu
neden bizlerin burnu gibi değil, neden gözleri çekik değil’ düşüncesiyle
suratımda el değmedik ve öpmedik yerimi bırakmadılar.
Küpem çekiştirilince acı hissettim
ki, ‘küpeye hiç de gerek yokmuş.’ diye düşündüm.
Bir birlerine Meri diye hitap etmeleri beni şaşırttı.
Sanki burada herkesin ortak bir
adı vardı: Meri.
Gözlerimi iri iri açmış, çevreme
şaşkınca bakındığımdan, bende afallama emarelerini gören yaşlı bir kadın
gülerek bana doğru yürüdü. Yüzümü avuçlarına aldı ve ‘Meri’ dedi.
Bunun üzerine, hep bir ağızdan MERİ
diye haykırdılar.
O günden sonra adım Meri oldu.
Meri geldi, Meri gitti.
Artık vatandaşlarımdan çok onların
arasında kalıyordum.
-----------
Benim öyle basit yaratıklardan
olduğumu düşünenleri şeytan çarpsın.
-----------
bir
yatsı namazı sonrası.
Vakit epey geçmişti.
Bıraktığım yerde ablamı abdest
alıyor buldum.
Zemzemle abdest almak elbet hoş.
“Meri, sen ne mırıldandın,” dedi
ablam.
“Zemzemle abdest herkese nasip
olmaz,” diye mırıldandığımı söyledim ablama.
-----------
kutsal
bir gece
Bu gün de bu kadar değildi elbet.
İbadetleri burada tamamlamamak
gerek diye düşündüm.
Gecenin kalan vaktini de başka
çeşit değerlendirelim düşüncesi ile Ablamla, Mabet’te ayak basmadık yer
bırakmadık. İşte, düşüncelerimiz bu doğrultudaydı.
Ablamın yorgunluğunu hissettim.
Safa tepesine oturduk.
Aslında, arayıp ta bulamadığımız
yerlerdendi burası.
Önce boynuna sarıldım Ablamın.
Küçük ve basık burnunu okşadım.
Bunun üzerine Ablam da simamda
öpmedik yer bırakmadı.
Daha yukarılara taşlar üzerine
oturduk.
Yorgunluktan mı nedir bilinmez
başım döndü ve sonrasını bilmiyorum.
Ablam, kendiliğinden düşen başımı
dizine almış. Saçlarımla uğraşmış, beliklerimi çözmüş ve ülkesinin örfüne göre
örmüş.
‘Böylesi daha güzel.’ demiş sonra.
Uyanıp kendime geldiğim de Ablamın
kucağından kalkmak istedim ama Ablam kalkmama engel oldu.
Şöyle de düşündüm: Ablam bana, bir
annenin dizinde uyuttuğu kızına yaptığı muameleyi yapıyor.
-----------
aralıkta
bir gün
Bir an, Ablam benden uzaklaştı diye
düşündüm.
Hayır, dedim sonra ‘Ablamın benden
kaçmak gibi bir düşüncesi olamaz.’
(O, yazgısının emirlerine boyun
eğiyor, adımları öleceği yere doğru çekiyor onu.)
Ablam, iki Türk hemşirenin
arasındaydı.
Ablam beni ekti, diye düşündüğüme
pişman oldum.
“Kâinatı ayakta tutan Rabbimden
bağışlanma,” dilerim.
Hemşireler, ülkelerindeki
çocuklarına oyuncak bakınmak için mağazaya girdiler. Hemşirelerden biri, Ablama
elindeki oyuncağı, ‘alayım mı?’ diye göstermiş.
‘Çok güzel bir oyuncak,’ demiş
ablam.
Ablam da ülkesindeki oğlunu
düşünmüş.
Ben de almalıyım demiş sonra.
Tam bu sırada gürültü.
Otel çöküyor, diye sesler geliyor.
Kaçışmalar sonra. Ama ne
hemşireler, ne de Ablam kaçabildi.
Ömürleri buraya kadarmış.
Toprak ve duman yığının içinde kalan
ablamı böyle düşündüm: Olacağı bu idi.
Sekiz katlı otelde, sıkıştırılmış
insanlar.
Otel, taşıyabileceğinden kat kat
fazlasını barındırıyordu.
Ablamı imrenilecek yolculuğuna
uğurlarken gözlerim yaşlı idi.
Ve:
‘Ey Rabbimin misafiri, rahat ol ve
mezarlığın Cenntül Mualla. Sana ne mutlu!’ dedim.
-----------
8
ocak, pazar
Arafat’ta, 111 nolu mektep yazan
çadırlara yerleştirdi görevli.
İleride erkekler, geride kadınlar.
Bir ara Arafat Tepesine çıkmayı
düşündüm. Ama bu düşünceme katılan olmadığından içimdeki huzursuzluğun
biteceğini sanmıyorum.
Bu düşüncemi gerçekleştirmeliydim.
İşte bu Tepede gördü Babamız
Annemizi, diye düşündüm sonra.
Evet. Rahmet Tepesi.
-----------
9
ocak pazartesi
Binlerce sene önce Babamız ile
Annemiz cennetten kovulduklarında yeryüzünün ayrı yerlerine indirildiler.
Senelerce birbirini aradılar da bu Tepe onları birleştirdi.
Şimdi Arafat’ın en yüksek
yerindeyim. Sanki binlerce öncesi geliyor gözlerime. Hafif bir yağmur yağıyor.
Anne (Havva)‘min adımlarını takip eden Babam (Adem) anneme burada kavuşuyor.
Dahası var: Onlar Müjdelife yönüne doğru ilerlediler. Geceyi burada geçirdiler.
Biz de onları taklit edeceğiz.
Veda haccı.
O gün de Salı idi. Efendimiz Veda
haccında, burada yüz binlere hitap etti.
-----------
Arafat’ın gezmedik, ayak
bastırmadık yerini bırakmadım dersem doğru olmaz. Ama maneviyatta Arafat’ı ezberledim.
Uzunca süren dualar var artık
dudaklarımda.
Cem’i takdim sonrası yapılan
Arafat Vakfesi beni düşürmüş. Bayılmışım. Bir hurma kütüğünün düşüşü gibi olmuş
düşüşüm.
Sonradan Ali anlatıyor:
Gerilerden sesler geliyordu.
Sesler birilerinin düştüğünü beyan eder mahiyetteydi.
‘Düştü,’ demiş hanımların içinden
biri.
Ama kimse de vakfeyi bırakacak
değil.
Vakfe bırakılır mı?
En kutsal an.
Kutsallık deneniyor.
Artık Vakfe bitmiş, sesler
birbirine karışmıştı.
Ayıkıyorum ama oturamıyorum.
Karışık sesleri duyuyorum artık. ‘Düşen Meri,’ diyor biri.
Bana sarılıyorlar. Kucaklayıp
kaldırıyor genç kadınlar. ‘İşte hacılığı açıkça kabul olan kollarımızda.
Öpmeliyiz onu.’
-----------
Arafat’tan Müjdelife’ye
yürümeliydim. Uzunca sürecek bu yolculuk. Meşakkatli olması umurunda değildi.
Duamı yolculuğuma başlamadan
yapmalıydım:
“ Misafirinim, bana bu uzun gece
yolculuğunu kolaylaştır ve hacılığımı mübarek kıl!”
Ve yürüdüm. Dokuz oto yolun
Arafat’ı Müjdelife’ye bağladığını biliyordum. Bunun için yollar sakin olsa
gerekti.
Hayır, ilerledikçe binler
katlanıyor, sağlı sollu on binler, yüz binler, milyonlar… Yol zaman zaman
tıkanıyor, dakikalarca bekleniyordu.
Bir an önce Müjdelife’ye varmak
duygusu ile ilerledim. Bu iki dağ arasında gece yolculuğu yapmakta yalnız
olmadığımı düşündüm. Yol boyunca Hz. Âdem baba ile Havva anne’yi hayelledim.
Kendimi öylesine unuttum ki Ali ile yan yana yürüdüğümüzü, Havva annemin
adımlarına bastığını farz etim. ‘Sevgili babam ve annem, dedim sonra, nasıl
yolculuk yaptınız o çağlarda buralarda? Dağların kurdu ve kuşu ve ıssızlığı…’
diyecek oldum, sonra korunduklarını düşününce vazgeçtim, bu sözün şeytandan
olduğunu bildim ve af dileme maksadıyla yine ağladım.
Geçenler guruplar değil,
sıklaştırılmış kafilelerdi. Çeşitli ulusların kafileleri flamalarıyla
geçiyordu. Ablamın ulusunu aradım. İşte geliyorlardı. Ne de uzun kafile, diye
geçirdim içimden. Aralarında ablamı aradım. Derken kendime geldim. Adımlarım
ilerledikçe gerçeği anladım. Ayaklarımı yıkayan Ablam yoktu artık. Dizinde
uyuduğum Ablam yoktu. Saçımı yıkayıp tarayan, tırnaklarımı kesip, velhasıl
süsleyerek beni ihrama hazırlayan Ablam yoktu artık. O, Cennet’ül Mualla’da,
Hatice Annenin yanında uyuyor ve kalkışı bekliyor.
-----------
111. Mektep yazısı beni durdurdu.
Müjdelife’ye geldiğimi bildim. Kapıdan içeri girdim. Dilini bildiğim ulusunun
insanları arasındaydım artık. Arkadaşlarımı bulmak zor olmadı ama görünmemek
düşüncesi ile gerilere giderek, gecenin ikinci yarısında akşam ile yatsının
cemi tehirine, arkasından da uzun sürecek vakfeye katıldım.
Vakfe beni yine düşürdü ama
bayıltamadı.
Oturdum ve:
Sevdiğim duaları peşpeşe
tekrarladım. “Kendisinden başka ilah olmayan Rabb’ımın şanı yücedir.”
“Sabah namazına iki saat var,
yatarak dinlenelim.” dedi görevli. Ben, bir taşa yaslanarak tefekkürü tercih
ettim.
Mızkandım.
‘Meri kendine gel!’
Uzaklardan gelen bir sesti bu.
Sese cevabım:
‘Kendimdeyim, oldu. İşte
buradayım. Verdiğim sözü tuttum. Emrindeyim.’
Ses anlaşılmaz kelimeler kullansa
da; ‘Kendimdeyim, buradayım, verdiğim sözü tuttum, emrindeyim.’Kelimelerini
tekrarladım durdum.
Uzun bir gün. Bin yıl sürecek bir
gün. Sıcak.
Bana, bir bardak su veriliyor.
İçiyorum. Yıllarca susamıyorum. ‘Dünyada zemzemimize gittin, içtin!’ deniliyor.
‘İç bu suyu.’
Arafta.
Bir tarafta alabildiğine düzlükte
kurulmuş çadırlar, yeşil ağaçlarda kuşlar. Solda kaynayan denizler, köpüren
alevler, lav püsküren dağlar, homurdanan zebaniler.
‘Dünyada Arafat’ıma geldin, evime dâhil
oldun. İşte Cennetim. Sen gözdelerdensin.’ deniliyor bana.
Uyanıyorum.
-----------
Peygamber Mescidi, Beyt’i Atik,
Arafat, Müjdelife, Meşar’i Haram, Mina, Cemaraat ve Süleyman Mescidi.
Dünyadaki sekiz kutsal yerden
yedisini gösteren Mabuduma hamd olsun.
-----------
Cemarat göründü.
Mabudum’un İbrahim Peygambere
Cebrail aracılığı ile emrettiği taşla’yı algıladıktan sonra gerilerden gelen
itişme dalgası beni yere attı. (Sonradan öğrendim) Çokları daha yanımda
yatıyormuş. İri yarı bir siyah kadın beni omuzlamış. Diğer bir siyah kadın,
önceki siyah kadına, “Fatma diye haykırmış.” Fatma, beni kadının kollarından
almış ve yıkılanlardan uzaklaştırmış.
Farklı dillerin oluşturduğu
bağrışmalar, yakarışmalar birbirine karıştım. Kimse bir şey anlamıyormuş.
Nihayet, itişme dalgası durmuş.
“Lanet olsun sana şeytan…” demiş
birileri.
“Lanet olsun sana, yıllardan beri bunu
tekraralkarsın.” Seslerinden, ölenleri çokluğu anlaşılabiliyormuş.
Dakikalar sonra yetişen
ambulanslar, ölülere ve yaralılara yetişmede zorluk çekmişler.
Fatma adındaki siyah kadın,
diğerlerine ‘Meri’yi ambulansa taşıyalım’, demiş.
Aslında kurtarılmama neden
olanlar, Ablamın arkadaşları küçük kadınlar. Fatma adındaki iri yarı siyah
kadının kucağına verenler, beni Ablam aracılığı ile tanıyanlarmış.
-----------
Üç gün geçti.
Yüzünde ezilmeler var. Sonra,
ayağımda burkulma ve tüm bedenimde hafif bir sızlama olduğunu duyuyorum.
-----------
Şeytan, say, veda tavafı ve
ziyaret.
Vaktinde yapamadığı 3 vecibeye, 1
farza hayıflanıyorum.
Hastane sonrasına, (şeytan
kaçmıştı çünkü.) 2 vecibeyi ve farzı yerine getirdim.(Sundum)
-----------
* İşte, “elestü bi rabbiküm” Emrine cevaben verdiğim, “bela” sözümü yerine getirmek üzere dünyanın yedi harikasını görmek
üzere uzaklardan gelen benim ve Ablamın öyküsü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder