Vatansızlık zor. Ne bir toprak ne
de millet var. Böyle bir toplumun çocuklarıyız biz. Bağımsız bir toprak
istiyoruz. Mülteci kampları... Yalnızca barakalar. Güvencesi olmayan barakalar.
Kışın ne soğuğa, ne da yazın sıcağa dayanıklı olan barakalar.
Tepenin ardına saklanmak isteyen
güneş yüzüme vuruyor.
Saçlarım kımıldıyor. Her şey
tuhaf. Günün neresinde birilerini görsem dona kalıyorum. Gidin, uzaklaşın
benden der, gibiyim. Sanki onlarla hiç ilişkim yok artık. İhtiyacım yok onlara,
bedenim titriyor görünce onları.
Ülkelerin; mallarımızı,
topraklarımızı elde edebilmek için böyle yapmaları.
Neticede kendilerinin dünyaya
kazık çakabileceklerini hesaplayarak başkalarının yaşamına el atıyorlar.
Başkalarına yaşam hakkı tanımıyorlar, onların yaşamlarına dur diyorlar. Bir
mülteci kampında barakalar içinde doğup, büyümek ve işgal altında yaşamak,
anlatılamayacak kadar zor.
Taşlar arasına yaslanıyorum. Gece
böceklerinin sesleri, yarasaların üzerimden geçmeleri…
Sonra, ilerideki ardıç ağacına
dayanıyorum.
Uyumuşum. Eyvah; diyorum sonra.
Kendim duyabilecek kadar ses çıkarıyorum. Tüfeğimi yokluyorum. Ne kadar
uyuduğumu tespit edebilirim. Uyumadan önce Merkür – çocukluğumda, çoban yıldızı
derlerdi – gezegenine bakıyordum. Batıdan aşmasına tüfeğimin boyu kadar mesafe
vardı. Şimdiyse Dünya’nın gece olmayan kesimini dolaşmış, yeniden doğmuş doğu
kesiminde. Bu gezegen Dünyaya en yakın gezegen. Yıldızlar bundan kat kat uzakta
olsalar gerek. Uzaya ilişkin bildiklerim silinmiş gibi. Neden sonra, Dünyaya en
yakın yıldızın Alpha Centevri, ışığının dört yılda bize geldiğini hatırlıyorum.
Yorgun kafama bir de bunlar ekleniyor. Nasıl götürmeli bu yükü? Beynim
duracakmış gibi. Neden sonra babamın öğrettiklerini hatırlıyorum: “Yıldızlar
eğilip hiçbir şeyi selamlamazlar. Ancak bizler, gündüzleri savaşan, geceleri
karanlığın ortasına yaslanan bizler müstesna”.
Sakinleşiyorum. İçimdeki sis azar
azar dağılıyor, yerini asırlar sonra gerçekleşecek bir muştunun mutluluğuna
bırakıyor.
Düşümde çok şeyler gördüm:
Korkulukları çelikten yapılmış bir apartmanın balkonundaydım. Yemek hazır
diyorlardı. Masada çeşitli yemekler. Yalnızca çorbaya uzanıyor, kaşıkla almak
zorlaşınca da kabı başıma dikiyorum. Sonra uzun sigaramı birileri yakıyor.
Balkondan kente göz kırpan güneşin
son ışıklarını seyrediyorum.
Geçemedim ötesine zamanın. Bir sır
gibi kaldı bende eskiler. Bütün çizgiler belleğimde yer etti.
Barakadayım.
Pencereyi kapıyorum.
Ay, barakalar arasından cama
vuruyor. Lekeli ve saydamsı bir ışık dolaşıyor içerde.
Kalkıyorum.
Karanlık vuruyor yüzüme. Her şey
acı. Karnım aç. Dudaklarımda çocukluğumdan kalma gülümseme.
Midemin sızladığını algılıyor,
bedenimde kimi yerlerin acısını duyuyorum. Çay geçiyor içimden. Neden sonra
yapamam ki, diyorum. Parmağım ağzımda düşünüyorum. Birden ekmeği kapıyor, sanki
yıllardır özlemişim gibi bölmeden ısırıyorum.
Ufuk açık. Demek yavaşlamış
yağmur. Çıkıyorum.
Yağmur sırtıma vurmuyor.
Sağanaktı. Dindi bile. Başka bir elbise var gibi sırtımda. Rengi bozulmuş gibi.
Gündüz.
Güneşin, yağmur sonrası bulutlar
arasından çıkan taze ışığında uçuşan kimi sinekler elime üşüşüyor. Sonra
parmaklarıma, sonra da ayırdığım ekmeğe konuyor. Acımamalıyım, hiçbir varlığa
acınmaz. Sinekleri öldürmeğe çalışıyorum. Neden sonra öldüremiyorum? Bir
sigara, ardından bir sigara daha. Sinekleri yeniden tutmaya çalışıyorum. Kutsal
varlıklarmış gibi elim üzerlerinde şekilleniyor. Sinekler de anılar gibidir,
diyorum sonra. Birden yaklaşıyorlar, sonra uçup kayboluyorlar.
Bu topraklarda özgür ve bağımsız
olarak, hiçbir kimsenin hükmü altında ezilmeden, hiçbir azınlığın zulmü altında
kalmadan yaşamımızı sürdürebilecek miyiz?
Hava serinledi. Rüzgâr güneyden
esince öndeki barakaların kapıları aralandı. Baraklardan çıkan çocuklar orta
yerde toplandılar. Kimi ellerindeki çamurdan yaptıkları oyuncakları öbür
arkadaşlarına gösteriyor, kimi anasının ekmek hamurundan bir topaç çalmış,
oynuyor, kimi de ellerindeki bir parça bazlama ile oyalanıyor.
Belki az sonra bir top mermisi bu
çocukların ortasına düşecek. Bir kaçı ölecek, kimi yaralı, kimi de barakalara
kaçacaktır. İşte mutluluğa engel tablo bu. Duman ve barut içerisinde sürdürülen
hayat.
Yorgun gözlerim açık. Yine düşümde
çok şeyler gördüm:
Kırlangıçlar tepemde dönüyor.
Güneş, orta yere doğru yavaş yavaş yükseliyor, bir çam ağacının tepesinde karar
kılıyor; gözlerime çamın dikenimsi yapraklarını salıyor. Uzaklardan silah
sesleri geliyor. Bir helikopter karşı dağın eteklerinde dolanıyor.
Gençlik yılları ve acı tatlı
anılar beynimde şekilleniyor. Yorgun başım tüfeğimin üzerine düşüyor.
Hava soğuk, rüzgârla dolaşan
kokular ve ölüm.
Barakalar uzakta görünüyor.
Karanlık, barakalara ivedice
giriyor.
Bana öyle geliyor ki, insanların
çoğu çirkin işler yapıyor. Böyle düşününce yüreğime bir korkudur üşüşüyor,
bedenimi bir titreme alıyor.
Duman ve barut kokuları sinmiş
barakalarda geçti çocukluğumuz. Şimdi de çocuklarımız aynı çizgide.
-----------------------------------------------------------
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder