Akşamdır.
Boşalan park. Belli yönlere doğru
çekilen ama geniş arazisinde kaybolan binler.
Lunapark civarı tıklım tıklım.
Dondurmacılar yerel kıyafetlerinin altında, başları önde, külekleri ile
meşguller.
Uzaklardan gelen rüzgâr ipil ipil.
Çocuklar bir öte, bir beri.
Yaşlı adamlar, uyku saati gelen,
hurma dalının gölgesine uzanan Leyla misali ağaçların karanlık gölgesinde
mızkanıyor.(Kestiriyor, şekerleme yapıyor.)
Kızlar, oğlanlara inat kâkül
indiriyor.
Tüm bunlara karşın park seyrekleşmiş
değil, mevcudiyetini koruyan huzur sahnesi, bozulmuş değil.
Yanındaki kalkınca adam da kalktı.
O oturunca adam da oturdu. Acaba, diye düşündü. Acaba oturmasa idi miydi?
Hayır, dedi sonra, doğru olanı yaptığının kanısına vardı. Yüzde yüz doğru olanı
yapmıştı.
Yalnız ikisi.
Vermek istediğini, veremiyor.
Cesaret, diye söyleniyor ama hayır, veremiyor. Vermek o kadar zor olmasa gerek.
‘Ama ben veremiyorum.’ Arkadaşlarına; ‘benim sosyal yönüm birçoklarınca
bilinmez. Pısırık biri olarak telakki edilirim bazılarınca. Ama hayır. İşte
böyle demişti arkadaşlarına. Canım hep kelimesi kelimesine olacak değil ya!
Buna benzer de olabilir söylediklerim.
‘Seninle çocukluk / oyun
arkadaşıyız.’ dedi birden. Neden dedi? Demese iyiydi ama dedi işte. Sonra da:
‘Elifi eksik mi olacak? Asacaklar mı beni böyle konuşmamdan dolayı.’ Diye
düşündü. (Bu sözü aralarındaki samimiyetin bir göstergesi olarak söylediğini farz
etmişti ama samimiyet falan da yoktu ki. Evet yoktu. Neden bunu düşünememişti?)
Şimdi durum daha değişik. Tepemde yanan lamba sanki bir ateş küresi imiş gibi.’
Yanındakinin bakışının şiddetinin
azaldığını fırsat bilen adam, saatlerdir, yapmak isteyip te yapamadığı eylemini
şimdi yapabilirdi. Böyle düşündü. Klasik bir hareketle elini koynuna soktu.
Tavus kuşu gibi kabaran gömleğinin altındaki karanfillerden birini çıkardı.
Daha açık bir ifade ile bunu sana
sunuyorum,’ dedi. Ne ifadesi? Nereden çıktı bu sözcük? Yoksa yeni kelimeler
çıkmış ta, varlığından habersiz miydi arkadaşı?
Bir garip baktı.
Bakışları, çiçeklere değil, çiçeği
verene idi. Oysa adam; ‘ bu bakışlar
bana’ deyip, umutlanmıştı.
Havuzdaki suya düşen gözlerin
sahibi şöyle düşündü; ‘aslında hiç te açık bir ifade değil söylediklerin.
İfaden anlaşılmaz da olsa, ben anlıyorum. Duygularını anlıyorum. Karmakarışık
anlatım.’
Evet, bu anlatım şekli
karmakarışıklığı beraberinde getiriyordu.
Adam; ‘bu çiçeği almalısın,’ dedi.
‘Hayır almam,’ dedi bakışlarını
havuzdan çevirmeden.
‘Ruhunun tatmin olması için alman
yeterli.’dedi. (Hani, yalnızca ağzını açtığı hareketi vardı ya, işte yine öyle
yaptı.) Karanfili, arkadaş bildiğinin yüzüne doğru uzatınca, ter kokusunun
baskın olduğu çiçek geri itildi.
‘Ufkum daralıyor. Nefes
alamıyorum. Boğulacağımı hissediyorum.’
Gecedir.
Kalktı. Bu kaçıncı kalkışıydı
arkadaş bildiğinin. Yine elini çekti ve oturmasını sağladı.
Vakit geçmiştir.
Nedendir, ufkum daralıyor’u
tekrarladı. Kalkmak istedi. Hayır, içindeki güdünün oturmaktan yana olduğunu
bildi. (İçinde oynaşan iki duygu: Kalkıp gitmek ve oturmak.
Birincisi sönük, ikincinin yanında
bir hiç mesabesinde. ) Seninle bu konuda diyaloga girip, düzenimin bozulmasını
istemiyorum. Yakışmaz bana.’
Gece yarılanmıştır.
‘Ne demek düzenimin bozulmasını
istemiyorum? Ne demek yakışmaz bana? Bu saate kadar kimseyi zorla tutacak
olmadım.’
Adam, kendini yeniden yokladı;
yeni gömleği, takım elbisesi, boyalı ayakkabısı, kıravatı ve kıravatının
iğnesi. İki parçalı ve geriye taralı yağlanmış saçı. Ellili yılların modası...
Hayır değil: Cumhuriyet Devrinin modasına uymuştu. Her şeyi yerli yerinde idi.
Zaman diliminin en değerli anı:
Ezan sesleri
Işımıştır.
Güneş, kentin yukarılarına ilk
ışıklarını salıyor. Kazma etekleri hala geceden kalan uyuşukluğu yaşıyor.
Yönü batıya.
Başkonuş suskun.
-----------------------------------------------------------
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder