15 Mart 2015 Pazar

MERYIL VE ADAMI

Zaman durgun.

(İçimde oynaşan şeytani duygular.

Bunlar fesatlıklar. Kendim yapmasam da fesatlık işte.  

Olağan. Yaptığımı bilmesem de. Yine de  fesatlık işte.

Arzularıma karşı koymayı düşünüyorum ya…

Cılız kaldığımı biliyorum.

Çare yok gibi.

Yüreğimdekini uygulamalıyım.

Düşündüklerim karşısında her şey cılız kalıyor.

Çare yok gibi.)

Evsindeler.

Kekliklerin bol olduğu bir evsin.

Tünekleri kekliklerin.

(O, evsine sahip çıktı. Halil Mustafa, dedi bana, bu evsin benim.
Benim olmalı.

Ne vardı sanki sahiplenecek? Birlikte otursak evsinde. Paylaşmayı bilsek. Birlikte avlansak olmaz mıydı sanki?

Benimle çocuksun. Seninle okula gitmedik mi? Sonra ben fakıdan . elif, be,te, cim okurken,  sen kilisenin avlusunda beni beklemez miydin?Seninle oyun oynamadık mı? Seninle çobanlık yapmadık mı, seninle tarla sulamadık mı?  Ne vardı sanki hiddetlenecek?

Maraş’ta Sütçü İmam vurmuş diyorlar.

Sen de beni mi vuracaktın?

İntikam mı alacaktın?

Önce sen başlattın.Belinden uzun kuşağını çıkardın. Beni boğacak mıydın?)  

Boğuştular. Boğuşma uzun sürdü.

*

Kuşluk sonrası başlayan boğuşma, ikindi sonrası sonuçlandı.
Birinin ölümüyle oldu neticenin alınması. – Ki, birinin ölmesi gerekirdi.- Ermeni genç öldü.

Ölmemesi gerekirdi.

Öldü işte.

Boğuşmada çokça üstte görünen oydu.

Yazgı bu.

“Canlı, dedi Halil Mustafa yerdeki arkadaşına bakarak. Canlı, ölümün bile canlı. Neticenin  böyle olmasını istemezdim. Ama oldu işte,diye ekledi sonra gülümseyerek ama pişmanca.”
Ağaçların dallarında sıkça, tepelerinde seyrekçe, esiklerde yığın yığın kar vardı. Alaz yerler açıktı. Halil Mustafa  terliyordu güneş vurunca alaz yerlerdeki toruklar,  çalılar   kadar.

Terlemesi, ölüye baktığında oluyordu.  

“Seni öldürmek istemezdim. Sen üstteydin. Tüfeğin üstünde. Tüfek ateş aldı. Senin yerine ben ölmek isterdim. Ama öldün işte. Yazgı.

Kalbim duracakmış gibi. Seni sorduklarında ne diyeceğim? Olanları inkar mı edeceğim? Mümkün değil yapamam. Öldün işte. Ölüm senin hakkın değildi.”

*

Hep aradılar onları. Gecenin karanlığına dahil oldular yine aradılar. İdare lambalarıyla aradılar. Güneşin ilk ışıkları gösterdi ölünün yüzünü.

Kaçanı, buladılar günlerce.

Sabahleyin sevdalısı geldiğinde ( Halil Mustafa’nın da komşusuydu genç kız. Oyun arkadaşı. Çocukluk arkadaşı.) sıcaktı. Ölü sımsıcak. Genç kız arkadaşının üzerine kapandı ve saatlerce ağladı.

Ağladı ve gözyaşı dökmedi. Sonra sevdalım dedi. Sevdiğini bildiler. Parmakları ölü  arkadaşının saçlarında dolaştıktan sonra, sözlüsü olduğunu ve ölü olduğunu bildi de gözyaşı döktü.

Aryan, dedi./Ağladı.

*

“Benim geziyor  olmam suçsuz olduğumu kanıtlamaz diye düşündü Halil Mustafa saklandığı mağaranın girişindeki ardıçlardaki kara şavkı vuran ışığa bakarak. Ne diyeceğim komşum olan anne ve babasına? Oğlunuzu yitirdim mi diyeceğim sorduklarında? Ne diyeceğim temiz ruhlu sözlüsüne? Yavuklunu ben mi öldürdüm diyeceğim gözlerime baktığında? Seni bana emanet etti, gitti , son nefesini verirken mi diyeceğim Meryıl’a?”

*
Karşıda üç/beş toprak evi Bekirli’nin. Şahin kayasından boşanan çiğ, git git büyüyor. Sisler içinde görünen Yenicekale evlerinin berisinden yuvarlanıyor.

Kirli duygular yandı ve söndü.

Neden burada idi Meryıl?  Yüreği geniş mi geniş. Önceleri böyle mi idi?  Kilisenin çocuğu olmak, büyümek sonra, genç kızı olmak. Tatmin edici unsurlar mıydı bunlar? Şimdi hayır. Ayran’sız sürecek bir ömrün hiç te gereği yok.

Bir ses duysa ya da biri arkadan seslense, hayalleri bölündüğü için  ona düşman bile kesilirdi.

“Ortalık sakinken, yani evsinlere henüz daha keklikler gelmemişken diye düşündü Halil Mustafa. Yani keklikler henüz tüfek saçmalarıyla tanışma şerefine nail olmamışken, Döngele evlerinde ışıklar yanmamışken, kısacası henüz yıldızlar çıkmamışken,  ayaz geçeceği belli olan gecenin başlangıcında  karlar daha donmamışken yani. Benim kanım dondu damarlarımda, bunu biliyorlar mı?

Ayak seslerinin, ve ya  çam ağacından düşen bir kar topağının, ya da daldan dala atlayan   bir sincabın, ya da arkada çığlık bırakarak kaçan adı bilinmeyen bir kuşun, ya da bir çalıdan diğerine kaçan tavşanın, ve de ötüşerek yavrularını toplayan kuşların bölebildiği bu düşünceleri    neylemeli?

Böyle olmamalıydı.

Korku, pamuk ipliğine bağlı kalamaz.

Alınyazım böyle imiş.”

Kim demiş, diyor içinden bir ses. –Sesin şeytani olduğu yadsınamaz.-Sen bunlara inanacak kadar cahil misin?  

2

Ama kar vardı,
Ama ölüsü sıcaktı, sabah bulduklarında onu. Sımsıcak.
Genç kız üzerine yeniden kapandı. Ağladı, ağladı. Gözünde yaş vardı bu sefer.
Kız onu en iyi bilenlerdendi.
Kız ağladı,  ağladı.     
Kar apaktı.
Dağlar bembeyaz.
Meryıl kara baktı, iz olmuş (yok olmuş, )  Aryan’a baktı sonra.  Görmese de baktı işte.
Aryan’ın mezarını karışık insanlar kazdı. Müslüman ve Hıristiyan. Halil Mustafa uzaklarsan baktı. Uzaklardan. Sonra da mezarı kazanlar içinde olmayı arzuladı. Öldürmek ayrı, mezarını kazmak ayrı.
Karın altından kara toprağı buldular sonra da kürek kürek toprak çıkardılar. Artık Aryan burada yatacaktı. Meryıl, üzüntüsünü bildi ama neye yarar. Kara toprak gibi karardı ama neye yarar. Günlerce yas tutmaya niyetlendi. Ama neye yarar.
Aryın’ın, Meryıl’ın elini avuçlarına alması yoktu artık. Artık ruhunu okşayan birisi yoktu. Meryıl, ellerin ne sıcak parmakların ne canlı, yüzün ne yumuşak ? Tüy olsa da yumuşak yüzün, diyen yoktu artık. Meryıl, kapanan mezara melul melül baktı. Ne kadar da uzunmuş Aryan ?
Tepelerde beyaz örtü.
Donmuş karların üzerinde yürüdü. Zaten donmamış olsa da içine çekecek, batıracak değildi. Aryan’ın acısından bir keklik kadar hafif, bir tavşan kadar iliksiz kalan Meryıl. Karlar batıracak kadar nankör değildi Meryıl’ı .
Biliyorlarmıydı ki kaç zamandır uyuyamıyordu. Acı, uykularının bölünmesine neden oluyordu.
Aryan’ı görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu. Güneşle birlikte üzerine kapandığı Aryan’ın mezarından ne zaman ayrılmıştı?
Ne kadarda uzunmuşsun sen dedi.

3

*Aryan’ın toprağına, geçen baharı izleyen bu bahar da çiçek dikti Meryıl. Yağmurla yaşam bulan çiçekler, sıcaklarla ölüyorlardı. Ölsünlerdi. Yine dikerdi. Biliyordu ki bahara eklentilerdi çiçekler.    
Mezar ile arasındaki gel-git hızlandı. Rabıta başladı. Ekilenlerin çoğu yeşerdi kar yağdığında bile yeşerdi. Üzerini karlarla örttü. Yine çıktı. Yemyeşildi.
Kış bitti, bahar da bitti. Yaz başladı. Meryıl, avuçlarında su taşıdı çiçeklere. Yaz başlangıcında yağmurun yağması ne güzeldi.
Yağdı işte.
Olay Meryıl’a yıllar önce olmuş gibi geldi. Ama hayır, kendi buradaydı. Birkaç gün önce oldu.
İşte acısı yıllardır sürüyordu. Süren Meryıl’ın acısıydı. Sürmesi gerekiyordu ki, sürüyordu işte.
Sonra normal olanı aradı.
Bulamadı. Yılların uykusuzluğu gözlerini yumuyordu. Ya da beyaz örtüye bürünen  dünyayı görmek istemediğinden yumuyordu zeytin gözlerini.
Gençliğinde bıraktığı gözlerini.
Kalktı.
Yürüyemedi.
Bitkin.
Çöktü.
Siyah elbisesini karların üzerine gelişi güzel yaydı.
Oturdu.
Sanki temmuz’daymış gibi içinin yandığını duydu. Çalının gölgesi ateşini söndüremedi sanki.
İnce tabakalı buzları kırdı. Serinlemek için ayağını suya soktu.
Aksini, tepelerin eteklerini yaladığı gölde gördü. Meryıl, kendini gölde gördü. Sonra adamının  öldüğü yeri ve mezarın getirdi göl gözlerine. Acının  verdiği dayanılmazlık göz yaşlarını kuruttu.
*Ağladı.
Ağladı ama gözyaşı dökmedi.
Mızkandı.
Bir ara silikleşir gibi olduğunu sandığını evsinyeri netleşti.
Ermeni genç doğruldu.
Beyaz örtünün üzerinde ilerledi. Yavaş.
Meryıl’ı gören gözleri ışıldadı.
Yaklaştı.
Gülümsedi,
Dudakları titredi ve mırıldandı.
Uzun kuşağı geriden geliyordu.
Karın üzerine yağmış ince kar, yürümenin zorluğunu adamdan önce kadın duyumsadı. Yer yer topuklarına, yer yer de beline kadar gömülen adam arkadaşına baktı. El salladı. Avurtları açıktı ama sesi çıkmıyordu.
Kadın ona şüpheli bakışlarla baktı. Acaba yanlış mı görüyordu? Başkasının adamı olmasındı. Değildi. Kendi adamıydı.  Nefsine kadar tanıdığı adamdı. Çocukluk arkadaşıydı. Hayat arkadaşı olmadığına, ya da olamadığına hayıflandı bir an. Ama hayır, çocukluk arkadaşı, sevdalısı olmak daha güzeldi.

4

Tepesi görünen ardıcın içinden çıkan tavşan yavrusu yaşlı kadına  (Bu  kadının Meryıl olduğuna kim inanır.) yaklaştı. Sokuldu. Uzun kulaklı yaratık. Kuyruğu ne kadar da beyaz.        
Apak kardan daha da beyaz tavşan eridi karın üzerinde, yaşlı kadının gözlerinde.
Kadın, Aryan’ı hayalledi. Aryan, genç değil de ihtiyardı. İhtiyardı. Karşısında duran. Meryıl, Aryan’ın bu halini çok beğendi. Yıllardır dudağına gelmeyen gülümseme bile gelmişti.

(Köse Mehmet’in Hacı olduğu yıla tekabül eden bu olay, yine yıllar sonra – kırk yıl sonra – değirmene yükle gidip boş dönen Hacı Mehmet’in – yani babamın babası,  yani benim dedem, yani Köse Mehmet) saçı ağarmış kadının önünde durması ve eşeğinin yaşlı kadının yüzünü yalaması, kadını mızkandığı dünyasından kaldırdı.

Öyle diyor köse Mehmet: “senin yaşadığını sandığın, senin de içinde, en önemli kahramanlarından bir olup, olayda rol aldığın öykü, içinde bulunduğumuz zamandan yıllarca önceydi. Yine kıştı, bu vakitlerdi ama bundan kırk yıl önceydi. Benim hacdan geldiğim seneydi. Ben hacda iken vuku buluyordu olay. Sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun. Değişen, ağaçların azlığı, tabiat ananın barındırdığı hayvanların eksikliği ”.

Ve köse Mehmet ekledi: söylermisin, bana kilisenin kadını dedi. Bu civarda benden önce o kutsal yerlere ayak basan oldu mu? Bunu sana soruyorum. Sen bizden ayrısın sandıklarından soruyorum sana. Söyle bana yaşlı kadın, kilisenin hakkı için söyle ! Meryem ananın ruhu için söyle !

Ama gerçekleri söyle !

İsa Efendimizin ineceği için söyle (O inecek, bir miktar dünyayı yönetecek. Tanrının hükmü ile yönetecek. Müslümanların inancıyla yönetecek. İnsanlar özgür ve mutlu olacak).

Bu civarda benden önce, o topraklara ayak basan oldu mu?

Yüz süren oldu mu?

Bilmez miyim Uhut’un bizi bildiğini ?

Bedir’in Kuyu’sundan su içtim ben.

Sen dinine düşkünsün diye, sen kilisenin kadınısın  diye sordum bunları.

Bire kadın sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.

Sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.

İşte kanıtı: heybesinden kırk yıl öncesinin üzümünü çıkardı. Salkımın başlangıcındaki yeşil asma yaprağı. Ne siyah, ne kırmızı habbeler. Yaşlı kadının gözleri gibi zeytin.

Sonra üzüm salkımını karın üzerine fırlattı. Taneler kara gömüldü ama yeşil yaprağı karın üstünde kaldı.

Yaşlı kadın karşısındaki alımlı ihtiyara tebessümle baktı. (Kadın, en son genç kızlığında bırakıp, unuttuğunu sandığı gülümsemelerini çıkardı. Ve bunlarla baktı Köse Mehmet’e) . ihtiyarın sözlerini tekrar etti. Aynısını bir bir söyledi Köse Mehmet’e.
Sonra, zamana bağımlı olarak yaşamanın anlamsızlığını düşündü. Yüreğine gölden yükselen buhar çökmüş gibiydi. Eşeğinin önünde yürüyor sandığı ihtiyarın binili olduğunu görünce, düşündüklerinin boğazına düğümlendiğini sandı.

Acısına kaynaklık eden karşı yamaçlara bakmadan önce özgürleşti.

Anlamadığı, anlam veremediği bir olay oldu. Durduk yerde Köse Mehmet eşeğinden düştü. İhtiyar, bir kartopu gibi yumuşak karların üzerinde yuvarlandı.

Köse Mehmet, bir kartopu olup üzerine üzerine geliyordu. Oysa, bir kilise avlusu kadar yuvarlanıp, tepenin yarığından düştüğünü görmüştü. Ama yukarılardan geliyordu. Yine üzerine üzerine geliyordu. Tepe ters çevrilmişti, ihtiyar beyaz pamukların arasında gülüyordu. Bir yerlerinin acımadığını sandı. Bir yerinin acımadığını sandığı ihtiyara yeniden baktı da gözleri nemlendi. Boğazı düğümlendi. Ve Köse Mehmet o günden sonra iki büklüm, kambur oldu.

***
Köse Mehmet yaşlı kadına baktı. Acımadı : “Senin içinde bulunduğunu sanığın olay zamanımızdan kırk yıl önceydi. Sen kırk bahar kırk yaz ve kırk kış geçirdin. Olanlardan habersiz.” Dedi.

1997/Kış  

Öykü: Anlatımını sağlayan
 ve manevi destek veren babam

hoca Ahmet’e ithaf olunur.

27 Aralık 2014 Cumartesi

+AMELLER


Bazı duygularım yarıda kalmış gibi geliyor bana.
Uzun sayılabilecek aradan sonra, soğuduğum değerlere yeniden başlamam daha da heyecanlandırıyor beni. Hayatta kalabilmem için bu değerlere sığınmamın gerekliliği başımı dönderiyor, ruhumu gönendiriyor.

Çeşitli insan türleri var yaratıklar arasında. Ama ben ikisini düşündüm yanlızca.

Biri kaybolmamak için kâğıt ve kaleme sığınırken, biri de okuyor, yazıyor desinler diye yapıyor bunu.

Şuna benzer; biri emir doğrultusunda yapıyorken kutsal göçü, diğeri de hicret topluluğunda sevdiği kadın var diye yapıyor aynı yolculuğu. Uzun bir yolculuk, aylarca, hatta senelerce dağlarda kalmak var ama katlanmak insanın hiç te umurunda değil. Kalpten fışkıran bir inanç var 3 sene boyunca insanın usanmadan, bıkmadan taşıyabileceği bir inanç tabi haliyle. Bu kutsal insanları kimse kabullenmiyor. İşte bu olay sonrası kutsal sözlerinden birini söylüyor Önder:
‘Ameller ve niyetler… Ameller niyetlere göredir.’

Ameller, niyetlere göre değer kazanıyor.

Şimdi anlatacağım iki insan tipi bunlardan ayrı olanlardan ve toplumda bol örneği bulunanlardan.

Komşunun çocuğu bir el işaretimle yanıma geldi.
Endişem, gelmeyip kaçması idi ama geldi işte.
Yüzüme, ürkek ve korkak bakışlarda baktı. Ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi bileceğini sanmıyorum, ama her suçlu çocuğun taşıdığı ağırlığı sırtında taşıdığından eminim.

Ayakkabılarıma sarıldı, verdim.

Boyama işi bitince ona öyle dedim: ‘ Bana bak ve dinle; ekonomik durumu bozuk olan bir ailenin son çocuğu olman birçok şeyde fedakârlık etmeni gerektirir. Bakkaldan aldığın yoğurdun yarısını başına dikmen, deterjan alman için verilen paradan kendine kebap payı çıkarman, onun bunun küçük çocuğunu dövmen bağışlanır gibi değil.’

İlerimdekiler dikkatimi çekiyor.

Bilmiyorum böyle çağdaşlık olur mu?

Karşı masadaki kız, anne ve babasının yanında, babasından önce sigara yaktı.

Gördüklerime inanamayan ben, yanımda dolaşan görevliye sorduğumda, ‘daha çağdaş desinler,’diye cevabını aldım. Çağdaş desinler diye anne ve babanın huzurunda, baban paketi çıkarmadan önce davran ve sigaranı yak.

Ne ala, oh ne güzel(!)

Ayaklarını üst üste getirdi, tasmasından tutarak köpeğini kucağına aldı. Başından başlamak üzere, hayvanda okşamadık tüy bırakmadı, kızın bu hareketi hayvanı sevindirdiği gözlerinin yumulup açılmasından belli oluyordu. Neden sonra kediyi görünce inmek istedi, kediye saldırmaktan ziyade oynamak arzusu gizliydi bakışlarında. Genç kızın kollarından sıyrıldı ama kızın üst üste atılı ayaklarının topladığı eteğinin çukurunda kendine yer buldu.


Kişinin çevresinde gördüğü bu gibi olaylardan kaçması mümkün olmadığı gibi, bunlara katlanması mecburmuş gibi geliyor. Çoğu kez soruyor: Ben kimim ve neyin mücadelesini yapıyorum.
-----------------------------------------------------------

*BARAKALAR


Vatansızlık zor. Ne bir toprak ne de millet var. Böyle bir toplumun çocuklarıyız biz. Bağımsız bir toprak istiyoruz. Mülteci kampları... Yalnızca barakalar. Güvencesi olmayan barakalar. Kışın ne soğuğa, ne da yazın sıcağa dayanıklı olan barakalar.

Tepenin ardına saklanmak isteyen güneş yüzüme vuruyor.

Saçlarım kımıldıyor. Her şey tuhaf. Günün neresinde birilerini görsem dona kalıyorum. Gidin, uzaklaşın benden der, gibiyim. Sanki onlarla hiç ilişkim yok artık. İhtiyacım yok onlara, bedenim titriyor görünce onları.

Ülkelerin; mallarımızı, topraklarımızı elde edebilmek için böyle yapmaları.
Neticede kendilerinin dünyaya kazık çakabileceklerini hesaplayarak başkalarının yaşamına el atıyorlar. Başkalarına yaşam hakkı tanımıyorlar, onların yaşamlarına dur diyorlar. Bir mülteci kampında barakalar içinde doğup, büyümek ve işgal altında yaşamak, anlatılamayacak kadar zor.

Taşlar arasına yaslanıyorum. Gece böceklerinin sesleri, yarasaların üzerimden geçmeleri…

Sonra, ilerideki ardıç ağacına dayanıyorum.

Uyumuşum. Eyvah; diyorum sonra. Kendim duyabilecek kadar ses çıkarıyorum. Tüfeğimi yokluyorum. Ne kadar uyuduğumu tespit edebilirim. Uyumadan önce Merkür – çocukluğumda, çoban yıldızı derlerdi – gezegenine bakıyordum. Batıdan aşmasına tüfeğimin boyu kadar mesafe vardı. Şimdiyse Dünya’nın gece olmayan kesimini dolaşmış, yeniden doğmuş doğu kesiminde. Bu gezegen Dünyaya en yakın gezegen. Yıldızlar bundan kat kat uzakta olsalar gerek. Uzaya ilişkin bildiklerim silinmiş gibi. Neden sonra, Dünyaya en yakın yıldızın Alpha Centevri, ışığının dört yılda bize geldiğini hatırlıyorum. Yorgun kafama bir de bunlar ekleniyor. Nasıl götürmeli bu yükü? Beynim duracakmış gibi. Neden sonra babamın öğrettiklerini hatırlıyorum: “Yıldızlar eğilip hiçbir şeyi selamlamazlar. Ancak bizler, gündüzleri savaşan, geceleri karanlığın ortasına yaslanan bizler müstesna”.

Sakinleşiyorum. İçimdeki sis azar azar dağılıyor, yerini asırlar sonra gerçekleşecek bir muştunun mutluluğuna bırakıyor.

Düşümde çok şeyler gördüm: Korkulukları çelikten yapılmış bir apartmanın balkonundaydım. Yemek hazır diyorlardı. Masada çeşitli yemekler. Yalnızca çorbaya uzanıyor, kaşıkla almak zorlaşınca da kabı başıma dikiyorum. Sonra uzun sigaramı birileri yakıyor.

Balkondan kente göz kırpan güneşin son ışıklarını seyrediyorum.

Geçemedim ötesine zamanın. Bir sır gibi kaldı bende eskiler. Bütün çizgiler belleğimde yer etti.

Barakadayım.

Pencereyi kapıyorum.

Ay, barakalar arasından cama vuruyor. Lekeli ve saydamsı bir ışık dolaşıyor içerde.

Kalkıyorum.

Karanlık vuruyor yüzüme. Her şey acı. Karnım aç. Dudaklarımda çocukluğumdan kalma gülümseme.

Midemin sızladığını algılıyor, bedenimde kimi yerlerin acısını duyuyorum. Çay geçiyor içimden. Neden sonra yapamam ki, diyorum. Parmağım ağzımda düşünüyorum. Birden ekmeği kapıyor, sanki yıllardır özlemişim gibi bölmeden ısırıyorum.

Ufuk açık. Demek yavaşlamış yağmur. Çıkıyorum.

Yağmur sırtıma vurmuyor. Sağanaktı. Dindi bile. Başka bir elbise var gibi sırtımda. Rengi bozulmuş gibi.

Gündüz.

Güneşin, yağmur sonrası bulutlar arasından çıkan taze ışığında uçuşan kimi sinekler elime üşüşüyor. Sonra parmaklarıma, sonra da ayırdığım ekmeğe konuyor. Acımamalıyım, hiçbir varlığa acınmaz. Sinekleri öldürmeğe çalışıyorum. Neden sonra öldüremiyorum? Bir sigara, ardından bir sigara daha. Sinekleri yeniden tutmaya çalışıyorum. Kutsal varlıklarmış gibi elim üzerlerinde şekilleniyor. Sinekler de anılar gibidir, diyorum sonra. Birden yaklaşıyorlar, sonra uçup kayboluyorlar.

Bu topraklarda özgür ve bağımsız olarak, hiçbir kimsenin hükmü altında ezilmeden, hiçbir azınlığın zulmü altında kalmadan yaşamımızı sürdürebilecek miyiz?

Hava serinledi. Rüzgâr güneyden esince öndeki barakaların kapıları aralandı. Baraklardan çıkan çocuklar orta yerde toplandılar. Kimi ellerindeki çamurdan yaptıkları oyuncakları öbür arkadaşlarına gösteriyor, kimi anasının ekmek hamurundan bir topaç çalmış, oynuyor, kimi de ellerindeki bir parça bazlama ile oyalanıyor.

Belki az sonra bir top mermisi bu çocukların ortasına düşecek. Bir kaçı ölecek, kimi yaralı, kimi de barakalara kaçacaktır. İşte mutluluğa engel tablo bu. Duman ve barut içerisinde sürdürülen hayat.

Yorgun gözlerim açık. Yine düşümde çok şeyler gördüm:

Kırlangıçlar tepemde dönüyor. Güneş, orta yere doğru yavaş yavaş yükseliyor, bir çam ağacının tepesinde karar kılıyor; gözlerime çamın dikenimsi yapraklarını salıyor. Uzaklardan silah sesleri geliyor. Bir helikopter karşı dağın eteklerinde dolanıyor.

Gençlik yılları ve acı tatlı anılar beynimde şekilleniyor. Yorgun başım tüfeğimin üzerine düşüyor.

Hava soğuk, rüzgârla dolaşan kokular ve ölüm.

Barakalar uzakta görünüyor.

Karanlık, barakalara ivedice giriyor.

Bana öyle geliyor ki, insanların çoğu çirkin işler yapıyor. Böyle düşününce yüreğime bir korkudur üşüşüyor, bedenimi bir titreme alıyor.


Duman ve barut kokuları sinmiş barakalarda geçti çocukluğumuz. Şimdi de çocuklarımız aynı çizgide.

-----------------------------------------------------------

*BEN RAŞİT


Derviş Raşit derler bana. Soy ismimin yaptığı çağrışım neticesinde bu sıfatın benim için kullanıldığının kanaatindeyim. Zaman zaman düşünürüm: Kör Raşit, Deli Raşit deselerdi, daha mı iyi  olacaktı? Hayır. Böyle düşününce kendimi bir yerlere sıkışmış gibi sanıyorum. Elim, ayağım tutmuyor, bir yerlerimin kanadığını sanıyorum. Kahroluyorum; içimde bir yerlerin burkulduğunu, düşünme yetimin kaybolduğunu sanıyorum. Bu kâbuslu yıllarda, neşeli günler geçirdiğim yılları anımsayınca zamanla düşündüklerimi hafızamın, ilerleyen yıllara aktaracağını görür gibi oluyorum.

Derviş Raşit: Bu sözcük beni son derece gönendiriyor. İçten gelen bir mutlanma yaşıyorum böyle çağrılınca.. Yeryüzü bana darmış, başım yıldızlara değecekmiş gibi geliyor. Zamansız solan ömrümün çiçeği yeniden açmış gibi. Vebalı diye bildiğim yılların üzerine kül serpilmiş gibi. Ne mutlu bana ki, bu sıfatla anılıyorum.

Yalnızım.

Tek başıma göğüs gerdim yıllara.

Marazlı yıllar.

Balkondayım.

Yaşım yarıyı çoktan geçti. Hani derler ya, kırkına merdiven dayadım. Ben merdivene tırmandım bile. Ağır aksak. Kırk basamaklı merdivene.

Gülperi’nin mesaideki hareketi gözümün önünden gitmiyor, diyecektim ya, araya gündüz ki hemşire girdi. Anlaşılan genç hemşirenin hayali ağır bastı. İçimde buzdan bir el geziyor gibi geldi bana.

Yontulmaya elverişli olan hemşire. Anneliğe de.


Şef Gülperi: Saygı duyulan bir kadın. Başına örtü alarak Musa ile bana görünmesi bir şeyleri protesto ediyor, birileriyle alay ediyor gibi geldi ilkin. Aman canım sen de. Benim protesto edilenlerle ne ilgim olacak! Kalender biriyim: Derviş.

-----------------------------------------------------------

*BİR DE EKMEK VARDI


Fahri telefon etti.

Mehmet’i yine bulamadım, dedi Fahri.

Sonra Fahri ile buluştuk.

Mehmet’i bulamadım, diye yineledi. Sakin ve sessiz.

Son gördüğümde parkta dolaşıyordu, dedim.

Mehmet, düzenlice bir masaya oturdu, dedim Fahri’ye. Ben de oturdum.

Gölgeler uzuyordu.

Sırtında ter, cebinde kâğıt ve kalem vardı, dedim.

Evet, dedi Fahri, başka ne vardı cebinde?

Bir de ekmek vardı, dedim.

Bir an için içimin titrediğini sandım o bayat (olduğunu bilmiyorum) ve kuru ekmeği yerken.

Kurumuş bir yaprak iriliğinde pide.

O an, yalnızca onun aydınlık yüreğini gördüm. Bir de kararan akşamın okşadığı kızıla çalan morumsu ağaçları.

Dönüşte yanlış dolmuşla uğurladı beni Fahri.

İyi de oldu.

Görmediklerimi gördüm, tanımak istediklerimi tanıdım.

Yolda Musa’nın kardeşini gördüm.

Hani şu İngiliz kız. Sarah’ın Musa’sı vardı ya, onun kardeşi İsa.


İyi de oldu. Dünya gözüyle görmek istediklerimdendi. Filimlerde ve resimlerde görmüştüm. Ben filimleri ve resimleri düş gibi sayarım. Kimi insanlar vardır görmeden sevdiğim. Benimle aynı pastayı paylaşır gibiler, telefonlarda, mesajlarda.

-----------------------------------------------------------

*BİR YAZARLA

İlginç bir olaydı bu gün yaşadıklarım.

Yazar Hasan Kocamanoğlu ile tanışıyorum.

Üç adam oturuyorlardı. Şükrü ve Mehmet. 3. Kişiyi gördüğümde, içime doğdu. İlk aklıma gelen Hasan oldu. Çünkü onun buralarda olacağını duymuştum. Yanlarına vardığımda, Şükrü’nün, ‘Ali Kemal abi,’ diye hitap etmesi her şeyi değiştirdi. Hasan, bana doğru yaklaştı. Daha kendi söze başlamadan; ‘Merhaba Hasan’ deyiverdim. Neden böyle dedim. Onun Hasan olduğuna nasıl inandırdım kendimi? Bu bir ilginç olay değil mi? Şükrü, kalan kısmını tanıttı.

Çevreye baktım.

Senelerce aynı apartmanda oturmuşuz. Ama ayrı bloklarda olmamız tanışmamıza engel oldu sanırım.


Şimdi başka bir apartmanında kalıyormuş Sitenin. Camdan bakıyorum da, önümde eni az olan (ama uzun ) bir yeşil alan ve arkasında bir apartman var. O apartmanın yanında okul, ilerisinde yol, başka bir apartman ve karşısında da Hasan’ın apartmanı. Eskiler bir yeri tarif ederlerken, ‘bir’ ya da ‘iki ok atımı uzaklıkta’ derlermiş. Ben de bir ok atımı uzaklıkta diyeceğim. 

-----------------------------------------------------------

*BİR ÇOCUK KADAR MASUM

Bu gün geç gideceğim işyerime, diyorum kendi kendime. Eşim duymasın. Bana kabir suali gibi sorular sorar. Ama nereden duyabilecek ki! diye düşünüyorum sonra. Duymadı ama hissetti. Evet, geç gideceğim işyerime. Amirimin ve birilerinin tepkisini ölçmem için şart. Nasıl bir duygu bu? Bilmiyordum. Uygulamamıştım ki, bileyim. Tatlı ama insanı geren bir duygu.

Dakikalar oldu mesai başlayalı, diyor biri.

İmza defteri kaldırılmış. Amirin odasında. Kapısı açık. Amir içerde olsa gerek. Ceketi ilikleyecekmiş gibi ediyor, kapıdan içeri eğiliyorum. İyi ki iliklememişim, diye söyleniyorum sonra. Biri bana bakıyor.

İşyerimde, pencereden bakıyorum. Sonra rüzgarın sırtımı dövdüğünü hissediyorum. İleride Sigorta Hastanesi lojmanı ve penceresinden bir şeylere eğilen hemşiresi, balkonunda kurumaya asılı giysiler. Yakınımda unutulmuş musluktan gelen su sesi. Göz kapaklarımın altında, uzun ve kıvrık gagalı, sert bakışlı kuşa ciğer veren ticari taksi şoförleri. Önümde Hastanenin idari binası ve bina yüksekliğinde uzanan ağaçlar.

Bitkinim ama diyor.

Onlar, uykusuz geçirdiği gecenin özlemini duyan acil servis doktorları ve hemşireleri.
İçlerinde biri var ki, gönül adamı, şair dostu, yazar arkadaşı: Ejder.

Bitkin olsam da, yorgun değilim.

Saçım uzasa da temizliği seviyorum.

Sakalım uzasa da kesmeye zorluyorum kendimi.


Doğan yaklaşıyor.

Bayan memur yarım bıraktığı çay bardağına bir fiş atıyor. Peşinden, memur Daldal da aynı hareketi yapıyor.
Şimdi, Doğan, burnumun dibinde ve acı dolu bakıyor.

Akıl baliğ olmamış bir çocuk kadar masum.

Ziya’nın çayına göz dikiyor. Her nedense Ziya dönünce yarım çayını başına dikiyor. Yüzünü buruşturması, suratını asması sıcak çayın boğazını yakmasındandır.

Odacı Ahmet ve Yavuz’a veryansın ediyor. Ama her ikisi de onun küfürlerine alışkın. Doğanının ağzından çıkan sözlerden memnunlar.


Ne yapacak belli: Yine para peşinde. Bu İşyerinden ötekine gidecek birazdan.
-----------------------------------------------------------