Dışarıda çakan şimşekler akabinde
gök gürültüleri ve dinmeyen yağmur.
Bitişik odada F’nin kurduğu çalar saatin sesi durmak bilmiyor, yarı uyanık
ama uyanık olmayan adamın beyninde karmakarışık bir durumun hâsıl olmasına
neden oluyor, eski ve yenidünyanın meşgalesi yaşlı beyninde gel-gitlere
sebebiyet veriyor, gece geç vakitlere kadar okuduklarının etkisi bir yılan
oluyor, damarlarında kan yerine dolaşıyordu.
Uyandı.
Günün ilk eylemi için kalkması
gerektiğini düşündü.
Doğruldu.
Derken üşüdüğünü düşündü ve
ısınmak amacıyla yorgana sarıldı.
F’ye
ne kadar “kalk” işmarında bulundu ise de. “Güneşe saatler var.” Düşüncesi onu
yeniden mızkandırdı.
Karanlık.
Yağmur kesilmişti.
Samanyolu’nun gece yarısı başlayan
faaliyetlerinde bir azalma var gibiydi. Bir yıldızın yörüngesinden boşanması
neticesi oluşan korkunç gürültü ve yerin zaman zaman titremesi artık yerini
sessizliğe bıraktı.
Kalktı.
Suyun önüne uzandığında, suyun
soğuk olması, su ile savaşımı, onu noksanlığa uğratamadı.
Düşündü.
Düşüncelerine kırk yıl öncesi
geldi.
Şimdilerde yaşlı olan babasından
öğrendiklerini biz kez daha uyguladı su ile buluştuğunda.
Her bir azalarını noksansız
yıkadı.
Biraz daha yatabilirdi.
Yatağını soğumuş buldu.
Yatmakla, ne kazanmış ne
kaybetmişti?
Şimdi düşüncelerinde, geç
vakitlerde kafasına sığınan bilgilerin savaşımı vardı. UHDUT diye bir sürenin olup olmadığı tartışması başladı
içinde. Böyle bir sürenin olmadığı, içinin karışıklığından böyle bir varsayıma
kapıldığı düşüncesi her ne kadar ağır bassa da içindeki `olabilir` tezi
susmuyordu, tartışma uzuyordu. Bu tartışma, Medine devri surelerinde yakaladığı
huzuru yok edecek miydi? Mekke devri surelerinin ayetlerinden sonraya isabet
etmesi adamın içini çalkaladı. Karmakarışık düşüncelerinin üzerine bunları
çıkardığında Kutsal kitabın UHDUT diye bir suresinin olmadığını, UHDUT diye
içine düşenin BURUÇ olduğunu ayrımsadı. Buruç suresinde anlatılan Uhdut halkı…
Ayıktı.
Kalkışı güneşten sonra değildi.
Çözemediği bir konu daha vardı.
Gün öncesi okuduklarının arasında çözmek isteyip te çözemediği bir konu.
Çözmeli ve açığa çıkarmalı idi. Kafasındaki soruların çarpışması yaşlı beynine
eziyet veriyordu.
Meşgul eden konu:
Olay, değirmende mi, yoksa
harmanda mı vuku bulmuştu? Olayın vuku buluş yeri o kadar önemli miydi?
`Önemsiz` diye de düşündü bir ara. Neden sonra henüz koşabiliyorken babasının
verdiği eğitimi hatırladı. Kar üzerinde oynuyordu da, babası ; “ hadi gel,
üşüyeceksin” diye çağırmıştı. Babasının amacı düşündüklerini oğlunun taze
beynine bir daha unutmamak üzere aktarmaktı. İşte burada söylemişti:
"Ataların boşa gitmiş sözü yok," demişti.
Öyle ya, sıpanın yaba yediği yer
önemli miydi sanki? Değirmende mi, harmanda mı? Değirmen ve harman olması ne
fark eder? “Harmanda yaba yiyen sıpa senesine kadar unutmamış.”
“Hayret!” dedi sonra. “Babamın
çocukken beynime yerleştirdiği bu sözü kırk yıl sonra nasıl unutmadım? Koştum
koştum da neden kar içine çekmedi beni? Karın bir çocuğu kala almayıp içine
alması değil aslolan. İnsanın senelerini alıyor böyle bir olayın muhasebesi.
Çocukken yerleştirilen bir cümle
nasıl saklı kalıyor insan beyninde?
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder