‘Karanlığı sevmem. Sevmem, çünkü
karanlıkta eskileri düşünmem söz konusu. Acılarla dolu yetmiş yıl. Bana her şey
uzak kaldı. Kızlarım, oğullarım ve ölen karılarım. Onlar şimdi uzaklarda. Ne
arayan var, ne de soran. Yıllarca böyleyim. Doğru bildiklerim, sevdiklerim ve
sevenlerim yok artık. Sefil senelerden sonra geldim bu günlere. Sevdiklerim ve
sevenlerim… Bundan sonra da ne olur bilmiyorum?’
Işımamıştı.
Yanında biri varmış gibi yaptı.
Sağa döndü. Gülümsedi ve sola döndü. Doğal olanı yapıyorum sandı. Hayır, hiç te
doğal değildi yaptıkları.
Günün ilk ışıkları, onu
kulübesinden göl kenarına indirdi. Dün bulduğu ve sakladığı, içeriğini
kestiremediği yumurtalara yöneldi.
Aradı.
Bulamadı.
Şimdi buldu. Yumurtaların yeri
karıştırılmış gibi geldi.
`Çok yumurta var burada.`
`İşte bir çukur daha.`
Yumurtalar. Çok yumurtası oldu.
Keyfine diyecek yok.
`İki çalının arasına derin bir
çukur eşmeli ve yumurtaları saklamalı. Çok daha derin olmalı. Kurt-kuş
çıkaramamalı.`
İki çalının arasına, kucaklar
dolusu yumurtayı, kışın yemek üzere gömdü.
Ayak yalın yürüdü.
Sanki ayakları kendi başlarına
hareket ediyorlarmış gibi geldi de çıplak ayakla dolaşmayı sürdürdü.
İçinden oturmak geldi.
Kum kızgındı.
Çayır nemli ve kaygan.
`Olsun`, dedi sonra, ıslak çayıra
oturdu. Çayırın cazibesi uzanmasına sebep oldu.
Sazlıktan gelen kurbağa sesleri
ısının arttığına delaletti.
Rüzgar, üzerinden üfledi geçti.
İlerideki ağaçlara ulaştığında ıslık çaldı. Barakasının oralarda sesler
oluşturdu. Kalkıp ta bakmadı bile. ‘Aman sende’ demekle yetindi. Çiftçilerin
yağmur beklediği gibi yaptı. Nedendir sonra, yağmurun yağması neticesinde
işinin kesat olacağını düşündü. Başını kaldırdı: ‘Havada bulut yok. Durgun.
Sıcak artacak,’ diye söylendi.
Gülümsedi.
‘İşim çok güzel olacak bu gün. Oh
ne güzel!’
Geri döndü, baktı, gülümsedi.
Ayırdığı yumurtalardan bir
kucağını pişirmek üzere tenekeye bıraktı.
Elini kaldırdı. Güneşe siper
ederek, yıllar önce asker ocağında aşırdığı dürbünüyle kent çıkışındaki yola
baktı.
Yoldan yükselen toz bulutu ve içi
dolu arabalar.
‘Geliyorlar’
Gülümseyerek çömeldi: ‘Ben acıyı
sevmem. Alıştım ama yine de sevmem,’ diye söylendi. Ağzına aldığı erkek dut
yaprağının kekremsi tadını hissetti. Oysa dişi dut yaprağını almak daha
kolaydı. Neden böyle yaptı, dişi dut yaprağı alsaydı, ayağının altına taş
almasına gerek kalmazdı. Belli; meyvesine saygısından. Günde iki kez yediği
meyvesine, yazları bulabildiği tek meyve. ‘Dişi dut yaprağını almadım işte. Ben
erkeğim. Erkek dut yaprağı kekre de olsa… Gururumu neden satayım.’ diye
düşündü.
*
‘Öyle bakma! Kendimi suçlu
sanıyorum. Suçlu muyum ben? ‘
Bu sözü kim, niçin söylemişti?
Bilmiyordu.
Mızkanmıştı ama uyumuyordu.
Kendindeydi.
Yine sesler: ‘Senelerini hapiste
geçirdiğini duydum. Hapiste iken kaybettin değerlerini. Kutsal değerlerini.’
Doğrulduğunda komiserle göz göze
geldi.
‘Sanki benim düşüncelerimi
biliyor, sanki mırıldanmamı duymuş gibi. Nereden çıktı bu adam? Nereden
geldiğini göremedim? ’
Kanun adamının ağırlığını
omuzlarında duydu.
Açıklama yapması gerekiyormuş
gibi, kafasında, bir şeyler hazırlıyormuş gibi, dudakları yeni dillenen çocuğun
dudakları gibi kıpır kıpır.
Komiser ve dalgın, yüzünde oluşan
hayret ifadesi.
“Canım, dedi adam Komisere,
suçsuzum dedimse, katil olmadığımı söylemek için söyledim, dedi. Dahasını da
demek gerekse; evet hapiste yattım, cezamı çektim. Kanuna saygım var. Suç
işlemeden önce bilmiyordum saygıyı muyguyı. Hem suçu işleyince... Hem hapiste,
hem de çıkınca saygılı oldum kanuna.”
‘Cezamı çektim. ’
Adam, son cümleyi mırıldandı durdu.
“Uysal bir adamım, diye ekledi
sonra. Kimsenin akı ve karası beni ilgilendirmiyor.”
Adamı habire mırıldanmaya sevkeden
neydi?
Komiser de böyle düşündü.
Komiserin dalgın yüzünde oluşan
yeni çizgiler; hayret ifadesi. Adamın kemiği çıkmış omuzlarına dökülen dağınık
saçı. Yüzünde önemli yer tutan kalın telli uzun bıyıkları.
İleride, polisler, işaret ediyor.
Genç kalınmış kahvaltı.
Komiser adama bakıyor. Yaşlı adam,
son saniyelerim bunlar, diye düşünüyor. Komiserin her zamanki bakışları bunlar.
Evinde kullandığı bakışları.
*
Bilmediği bir gücün oltayı çekmesi
neticesinde ipi suya bıraktı. Kendini örümcek ağının içinde sandı.
Boğuluyormuş gibi.
Kalın duman tabakası.
Ellerini boynuna götürdü.
Bağlı bir ipi çözüyormuş gibi.
Suratında morarma, içinde daralma,
damarlarında ince bir sızıntı, bedeni kavruluyormuş gibi. Ayaklarını kızgın
kumdan çekti. Suya, aşık kemiklerine kadar girdi, boylu boyunca yattı.
Boğuluyorum, diye bağırdı. Ateşe yatmış gibi. Yanıyorum, diye bağırdı.
Kurtarıcı sandığı polisler şimdi birer düşman askeriydi sanki. Kendine bir
zarar gelse… Şimdi, kurtarıcının polisler olduğunu bildi. Duygularını bilen
komiseri görünce soluk soluğa kaldı. Bekledi. Konuşacaktı. Kelimeleri ağzında
düğümlendi. Sözleri kısık, karşısındakilere duyurmak beyhude. Kelimeler ağzında
dürüldü ve yuvarlandı.
“Çaldılar,” diye olanca gücüyle
bağırdı. Sesi çok ta güzel çıktı. Sanki yeniden hayat bulmuş gibi.
Polisler, içleri ürperek baktı
adama.
Komiser yaklaştı.
Çevreye yayılan; adamdan çıkan ama
geri dönmeyen ağır bir koku.
‘Kokunun kaynağını keşfetmek
gerek,’ diye düşündü Komiser. Daha da yaklaşınca kaynağa gerek kalmadığını
anladı.
Ağır koku.
Tekemsi.
Burnunu tuttu.
Kekremsi.
“Neyi çaldılar?” dedi komiser.
“Oltamı,” dedi adam. Acınası
gözlerle baktı Komisere. Komiseri, kendinin yerine koydu da baktı. Kazma /
kürek işçisi gibi yorgundu.
“Kim?” dedi komiser. Bu defa
endişeli bakışları vardı.
“Balıklar,” dedi adam.
Fabrika işçisi kızlar kadar
dalgın.
Saygınlığı bozulan polislerin
yüzlerini bir gülümsemedir kapladı. Hayret gülümsemesi. Birbirlerine hiç te hoş
olmayandı fısıldaştıkları.
Oltasına yaklaşmayı düşünerek
kendini suya attı. Derinliklerine doğru ilerleri. Yüzme bilmediğinin kanıtı:
Savunma yapan biri gibi suda çırpınması idi.
Komiserine işgüzarlığını
bırakmayan genç polis, üniformasına acımadan suya atladı.
*
Ayılınca; “ben sudan korkmadım
ki,” dedi.
*
Mezarlık yönüne bakan adam,
başlangıçtaki ağaçların üzerinde rüzgarın döndüğünü gördü.
Göz yanılması.
Çok zaman olduğu gibi, güneşin
çarptığı adamın düşüncesi yine tersti. Ağaçların sallanmadığını aynı yöne
dikkatlice bakınca anladı. Sıcaktan içi burkulan adam, az zaman da olsa
sevinmişti. İpil ipil esen rüzgârın kendine geleceğini biliyordu. Parmak
aralarına kadar terlemişti. ‘Evet, terledim ve inkâr da edecek halim yok. Şimdi
serinleyeceğim,’ diye düşünüyordu.
Üst tarafları, keçi kemirmiş gibi,
alt tarafları yeşil ve iri yapraklarla kaplı, amaçları zirveye ulaşmak olduğu
kesin olan, mezarlığın çevresini dolanan uzun kavak ağaçları tepelere inat
yükseliyor.
Yüzünden belliydi: Düşündüğünün
doğru çıkması adamı umutlandırdı. İçinde adamla dolaşan, iyimserliği fazla olan
bir duygu vardı. Dün geceden beri netleşen duygu.
Kaynayan tenekeden yumurtaları
çıkardı.
Saydı.
20 kadarını ceplerine tıka basa
yerleştirdi.
‘Saygıda bulunan kalmadı. Arkadaş
bildiklerim uzaklaştılar, yüzüme bakmaz oldular. Dostlarım uzaklaştılar,
dağıldılar, kayboldular.’ İstiyordu ki kendisiyle ilgilenilsin, ya da ilgiye
benzer bir şeyler yapılsın. ‘Kuru olmayan bir sözle mutlu edileyim.’
İleride tanıdıklarını sandıkları
kahvaltı yapıyorlardı.
Topluluğa doğru ilerledi.
Yavaş.
Sayılabilir adımlar.
İçinde uygun olmayan duygular
besliyor/du. Hiç te hoş olmayan duygular. Besliyordu, çünkü aradığı da
buradaydı.
Cebindeki yumurtaları çıkarıp
sofraya bırakmalı mıydı? Yüksek sesle saymalı mıydı? En iyisi içinden
saymalıydı ama saydığını belli etmemeliydi. ‘Adam ne eli açık biriymiş,’
demeliydiler. Hayır, saymasına gerek yoktu. Nasıl olsa sayısını kendi biliyordu.
Boş bir kap varsa kaba bırakmalıydı. Kap darsa -eğer- daha güzel olurdu. Biri
tarafından davet edilse nazlanmalıydı, ‘siz buyurun, ben aynı şeyler olmasa da
benzer şeyler yedim,’ demeliydi. Ama hayır, böyle dememeliydi; ‘rahatsız olmayınız, kahvaltım hazırlanıyor,
lütfen, rica ederim, rahatsız olmayın’ demeliydi.
Masaya yaklaştı.
Bedeniyle birlikte doğu yönüne
döndü. Aralarında ancak bir metre vardı.
‘Seneler öncesinden tanırım onu,
diye geçirdi içinden, çocukluğunu bilirim.’ Yavaş çıkan bir sesle
söylediklerini yeniden dillendirdi. Masadakiler adama baktılar ama dediklerini
anlamadılar. ‘Anlamasınlar. Böylesi daha güzel. Ama içlerinden biri anladı.’
Öncekilere benzer başka şeyler mırıldandı.
Karışık.
Karmakarışık. Aklında
tutabildikleri yamalı bir bez gibi.
Mırıltıları ve dudaklarından
dökülenler.
Uzaklardan gelen bir bebek sesi
gibi dişleri arasından çıkanlar.
‘Babasıyla az arkadaşlık
yapmadık.’ İçindeki ses şimdi daha çok destekliyordu adamı. ‘Evet, çok şeyler
yaptım babasıyla: Yedim ve içtim. Benden büyüktü. Her şeye o alıştırdı beni.
Ben kazandım o yedi. Sora yine ben kazandım, beraber yedik. Sonra da kazanamaz
oldum. O kazandı ama benden uzaklaştı. Bakma bana be kadın’ Lanet olası! Benim
sen de hakkım var. Oynaştın benimle. Oyaladın beni. Hani benimle evlenecektin.
Kandırdın. Sende hakkım var. Almalıyım hakkımı. Vazgeçilmez bir hak. Kolayca
isteyebilirim hakkımı. Karımdan ayrılmama sen sebep olmadın mı? Söyle bana,
yosma, sen sebep olmadın mı? ’
Dul kadına yeniden baktı.
Mırıltılarını dul kadından başkası
anlamamıştı.
Ne bildiler ne de anladılar.
‘Boşa, dedi karını, ben de
boşadım. Hani evlenecektin benimle, dedim. Dedim ama o subaya kaçtı.’
Cebini çıkardı. Yumurtaları
gelişigüzel bıraktı. Bekledi. Duruşunda, kendini şartlandırdığı davet edilme
düşüncesi vardı. Bekledi. Bekledi, ama kimse davet etmedi.
‘Olsun.’
Böyle düşündü ve söylendi.
Hafızaya aldığı cümleleri içinden sıraladı: ‘Siz buyurun, diyetteyim, formumu
korumam gerek. Yalnızca akşamları yerim ben. O da, ne kadar biliyor musunuz?
Yarım ekmek, bir balık ve bir yumurta yeter bana. ’ Önceden hazırladığı bu
cümlelerde yanlışlık yaptığını anladı. Şöyle demesi gerekti: ‘İki küçük balık
ve iki yumurta yeter bana, ekmeksiz.’
Hayıflandı.
Gözlerini kızarttı. Yüzünü buruşturdu.
Gün öncesinden ayarlayıp,
defalarca provasını yaptığı yukarıdaki cümlelerdeki ‘yalnızca akşamları yerim’i
sesli söylemişti. Bakışları sofrada olanların dikkatini çekmemiş, dul kadın çok
şey anlamıştı. İşte, yılışması bunun içindi.
Dul olanı adama baktı. Bakışı,
şaşkınlık ifadesinden başka bir şey değildi. Ama adam yanlış anladı. Kadın
yeniden adama baktı ve gözleri adamdan ileri giden göbeğinde durdu. ‘Belli
oluyor.’ Diye yeniden düşündü. Sonra da alaylıca gülerken ağzındaki lokmayı
yutmada zorlandı.
Adam, ‘bana bakıyor’ diye sırıttı,
‘onu takip etmeliyim’. Düşündü ve adımlarını gölün kıyısına doğru sürüyen
kadının peşine düştü.
“Ne sırıtıyorsun, “ dedi kadın.
Öfkeli.
“Bakmak ayıp mı?” dedi adam.
Sakin.
“Ayıp değil elbet,” dedi kadın…
Peşinden ekledi; “öyle bakmak elbette ayıp.”
Tartışma kumların gerisinde,
çalıların arasında sürüyordu.
“Ne varmış bakışımda,” dedi adam.
“Baban arkadaşımdı. Sen de bilirsin ki, çok peynir ekmek yedik. Arkadaşlığımız
uzadı gitti. Ne zamana kadar dersin? Hayır, öyle değil, o mezara gidinceye
kadar. Öyle de, doğru söylüyorsun; sen evlenmeye kalkınca sekteye uğradı ama
devam etti: Hatırlarsın.”
“Hatırlıyorum,” dedi kadın, şimdi
sakinleşmişlik ifadesi taşıyordu yüzünde. “Söylediklerini çarpıtma. Sonra
rahmetli babamı tanıman bani taciz etmeni gerektirir mi?”
“Ben mi? Taciz etmiyorum. Böyle
taciz olur mu?”
Sakin.
Yumuşak.
“Olur, dedi kadın. Böyle taciz
olur, bu bakışları taciz etme sayıyorum ben. Masayı bırakıp beni takip etmem
taciz değil mi? Hala sokuluyorsun. Tanımadığın birine sokul, soluk soluğa kal,
sonra da suçsuzum de! Kim inanır buna?”
“Tanımadığım biri değilsin,
babanla peynir ekmek yerken, sen de bize hizmet ederdin. Gözlerimi her
kapadığımda o sarı kız gelir.”
“Ne yani, benimle evlenmeye
niyetli misin?”
“İyi bildin.”
“Hayır. Çıldıracakmış gibiyim. Peynir
ekmek yediğini tekrarlayıp duruyorsun. Rahmetli vicdanlı adamdı. Acımış olmalı.
Aç kalmasın, demiştir. Bak şu haline.”
“Ne varmış halimde?”
“Yırtık ayakkabı, yamalı pantolon,
kirinden rengi dönmüş gömlek var.”
“Olsun, dedi adam, halimden
memnunum.”
“Giysilerin ve sen. Aylarca su
yüzü görmemiş…’
‘Hayır, yeni çıktım sudan. Balık
tuttum. ”
“Kokudan duramıyorum.”
“Dedim ya, balık tuttum.”
“Balık tutan kokar mı?”
Kadının gözleri, adamın cebindeki
( suç aleti sandığı) nesnede şekillendi. Adamın ıslak, kırışık giysilerine
baktı.
Çevreden toplanan gençlerden biri
adamı geriden sardı. Diğeri cebini yokladı, Bıçak sanılan nesneyi çıkardı.
Kokmuş balık.
Kadın kusacakmış gibi yaptı,
kusmadı. Bir kız çocuğu kalabalıktan uzaklaştı; kustu.
Kadın, gençler ve çocuklar..
“Amca” dedi bir çocuk, “bu balık
benim olsun. Balığı kaptı ve uzaklaştı.”
Adam, suçsuzluğunun kanıtlanması
neticesinde sırıttı.
Gençler ilerledi.
Adam kadına daha da yaklaştı.
Sürtündü. Elini uzattı: ‘Kardeş barışalım,’ dedi.
“Nereden kardeşin oluyor muşum?
Maksadın başka.”
“Ne biliyorsun,” dedi ve yeniden
sırıttı.
“Bakışlarından. Gözlerin şehvet
kokuyor. Daha fazla taciz edilmek istenmiyorum. Dokunmadığını iddia ediyorsun.
Yalnız elle mi olur taciz? Yılların şehveti sinmiş bakışlarına. Dedim ya,
gözlerin şehvet kokuyor. (Kadının burada sesini yükseltmesi gerekirdi,
bağırması gerekirdi, hatta adama saldırması gerekirdi. Doğal olan buydu. Neden
doğal olanı yapmadı? Neden düşünülenin aksini yaptı? Bilinmiyor. Kadının, geri
dönen gençler arasında tanıdıkları vardı. Uzakta olan Komiseri de polisleri de.
Bağırsa, şikâyetçi olsa adam tutuklanırdı. Ama bilinmeyen nedenleri yüklenen
kadın sakindi. Bakışlarını indirdi. Olanları ört/bas eder gibiydi. Bunun da
ötesinde; olanlardan mutlu gibiydi.) Neden benden uzaklaş mıyorsun? (Kısık bir
sesle söylenen bu söz, kadının adama değişen bakışlar yollaması, adamın
olanları unutması için yeterdi.) Seni polise şikâyet ederim.
“Ne diyeceksin polislere?”
Kadın yeni gelen gençlere
gülümseyerek baktı. Ekledi:
“Bana sulanıyor,” derim.
Belli, bir özlem birikiyor dul
kadının gözlerinde. Bilinmeyen bir özlem. Karışık bakıyor, karşısındakini sisli
görüyor.
Gölgeler uzasa da güneş yakıyor.
Konuşmalara kulak veren yaşlı bir
kadın, adama arka çıkar gibi yaptı: ‘Kızım, dedi kadına, bu yaşlı adam sana
neden sulansın? (Saygın biri, beni tutuyor, diye düşündü adam.) Tahrik edici
özelliklerin tümü toplanıyor sende. Gençlerin, herkesin… İlgisini çekiyorsun.
Bırak bunları. Olanları kapatalım gitsin.’
“Bitsin, dedi adam, kapatalım
bitsin. Kimse duymasın. Hem başlatan ben olmadım, diye söylendi adam. Polise ne
gerek var?”
Kadının gözleri mahmur. Uzayan
gölgeye giren Komiser ve adamlarına bakıyor. Yılların yıpratamadığı yüzünde,
yitiklerini bulan bir çocuğun sevinci gizli değil artık. Oysa günün en mutlu
saatinde olduğunu, yıllarca beklediği en mutlu anı yakalayacağını umut
ediyordu.
“Dulum,” dedi kadın, “ bu bunak
biliyor, yararlanmak istiyor. Suratına bakın, güya tıraş olmuş. Böyle tıraş
olur mu? Bıyıkları keçe gibi.” Kadın, yaşlı kadına dönerek; “olayı kapatalım
bitsin, diyorsun. İkinci gün çok daha fena olaylar çıkarır bu ve buna benzer
adamlar. Ne olduğu, kim olduğu belli değil. Gördünüz, babamı tanıdığını öne
sürerek nerede ise beni sahiplenecek. Bu gibilere yasak konmalı, bu gibiler
girememeli buralara.”
“Kendi şehrimde yasaklı gezemem.”
dedi adam. İlerleyen polislere baktı. Ürkek ve şaşkın.
“Seni polislere söylerim,”, dedi
dul kadın gözlerini kızartarak.
“Yine tehdit ediyorsun,” dedi
yaşlı kadın araya girerek.
‘Tehdit ediyorsun,’ diyen yaşlı
kurtarıcısının söylediklerini tekrarladı. (Kurtarıcısı var ya, biraz daha
mutlu.)
“Komiseri boğulmaktan kurtardım.”
Dedi adam. “Kimse yüzme bilmiyordu. Polisler yüzme bilmiyordu. Suya elbisemle
atladım: Komiseri ben kurtardım. Komiser hayatını bana borçlu. Ondan aldığım
izinle buradayım.”
“Demek izinlisin,” dedi dul kadın.
Alaycı.
“Evet.”
İlgisiz.
Cebinden çıkardığı izmariti, izin
almadan yanındaki gencin ağzından kaptığı sigara ile yaktı.
‘Evet, izinliyim’i’ tekrarladı.
Kayıtsız.
Ayakta duramıyor.
Sarhoş gibi. Korktuğu birini
bekliyormuş gibi sağa sola bakıyor. Yine de sözlerini esirgemiyor:
“Nerede, ne yapmışım?” diye
konuştu.
“Arkadaşım anlattı, dedi dul
kadın, bana yaptığın şeyleri yapmışsın.” Yanındaki gence baktı. Daha
söylenecekti, gerisini demedi. Güldü.
“Söyle dedi adam, konuş,” dedi
arkasından.
Şaşkındı. Kadın sözünün gerisini
getiremiyordu.
Adam sağa sola baktı. Birilerini
bekliyormuş gibi yaptı. Gözleriyle uzakları aradı, gözleri daha yakınlarda
durdu. Komiser, doğuya dönük oturuyordu.
Dul kadın gülümsedi:
“Bu kadar tedirgin olacağını
bilemezdim. Bilebilseydim, söylemezdim. –Kadın taarruzda idi. Gülümsedi. Adama
kırk yıllık arkadaşı imiş gibi baktı. – o gün arkadaşıma neler etmişsin neler?”
“Dediğin gibi olmadı.”
“Olmuş. Sürtünmüşsün.”
“O sürtük mü ki sürtüneyim?”
“Kaba birisin. Sen fazlalıksın. O
çağdaş biri.”
“Şimdi daha net görebiliyorum o
gün olanları, dedi adam. Olanlar sadece bir dalaşmaydı.”
“Çok kaba birisin. Bunları
söylemeni gerektiren ne?”
Adam içinden gelerek
söylediklerinden mutluydu. Yılıştı, cevap vermedi.
“Uygar insan, ince insan
söylediklerini söylemez. Dalaştık, diyorsun. Bu sözcük köpekler için
kullanılır.”
Cebindeki yumurtalardan birini
öfkelice kadına fırlattı. Önünde yuvarlanan yumurtayı kadının köpeği kovaladı.
Tuttu. Üzerine bastı. Kırılmadı. Yeniden yuvarlandı. Yumurta, sazlıklara
girmeden köpek yakaladı. Ağzındaki yumurta ile sahibine koştu. Dişlediği
yumurtayı bırakınca içinden çıkan, sert ve yapma bebek parçasına benzeyen
asfalt renkli varlıktan ürken köpek uzaklaştı. Canlı, sağa sola yürümek istedi.
Adamın içi sarsıntılarla doldu.
Herkes şaşkın.
Adam, gözlerini ayırdı ve ellerini
yüzüne götürdü, kapadı.
Utanıyormuş gibi. Gözlerini
yeniden kapadı. Kapadı, çünkü yumurtadan çıkan nesneden ürken köpek geri döndü
ve kadına sokuldu. Bir çalıya dolaşmış gibi kadının etrafında döndü durdu.
*
Bir şeyler bulabildin mi? Diyor Müdür.
Bir iz bulamadım, diyor Komiser,
sonra ekliyor, biliyorum sucu büyük, topluma zararlı biri ama senelerdir
uğraşmama rağmen bir kanıt bulamadım.
Dalgaların hışımla döğdüğü burunun
esiğinde durdu. Önünde kan izleri ve kaplumbağa kabukları. Eğildi. Kabuklar,
taşla değil de keservari bir aletle kırılmış. İleride, üç taşın çevrelediği
alanda üzerine su dökülerek söndürülmüş ateşin külleri.
----------------------------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder