Şimdi, kuru elinin üzerindeki zar zor seçilebilen sivri sinek
ısırığını kaşımakla meşgul adamın içinde daha başka düşünceler vardı; apansızın
kutsallaşan, yüreğine akın eden düşünceler, bilmediği, öncekilere benzemeyen
düşünceler. Hani, önüne konan şekere kovanından fırlayan arılar var ya, (işte
öyle) içine sığmayan düşüncelerdi.
(Yahudiler dediler ki: Dünya toprakları
bizim için var edilmiştir. Arzın toprakları bizim olmalı. En iyi biz biliriz.
Ne demişsek o. Dünyanın diğer insanları ikinci sınıf insanlardır. Yani
kölelerimiz. İbrahim peygamber’e kes diye emredilen oğlu İshak’tı. )
--------
"Saygıdeğer Fakı, sen bu sorunu
çözebilir misin?"
Karmaşık bir soru sorduğun, diyorum
bilge adamlar topluluğuna. Çözümü imkansız demekten ziyade; zor demek yerinde
olacaktır.
Hocam Yusuf oğlu Yusuf’a sormak
gerekiyor.
Hocam, öğünmedi ama öğünmek istedi.
Kendinin seçilmesine sevindi. Hayır, diyorum, hayır Fakı, sorunun çözümünü
isteyenler arasındasın ama ilk değilsin. Senden önce onlarcasına sorulmuş.
Alınan cevaplar mutmain edebilecek değil.
Dedem, (Ciğerci Ahmet) Peygamber Mescidine
gitmek için yola düştüğünde sabah uzakmış. İşte o yıldızın (ki ona ben
talibim.) ışığına bakarak yürümüş. Yıldız, ışığını gösteremez olduğu bir anda,
dedem çekirge yuvasına bastığı zannıyla irkilmiş. Kulak kabartıp dinlemiş.
Duyduğu seslerden zayiatın çokluğunu bilmiş.
İşrak sonrası, döndüğünde yuvaya
uğramış. Uğramış ve bir yaralı kuş dışında bir şey bulamayınca sevinmiş. Kuş
cebinde dönmüş.
Bu ibretli hikayeyi dinledikten sonra
kulağıma kuşların yakarışları gelir.
Bu seyahati sırasında edinir dedem şu
elimdeki belgeyi.
Eba Yusuf kaynaklı kutsal belge.
Özlem yüklü ve çağlar öncesinden haber
verebilen şarkı gibi varak.
Birimizin yalnız başına tercüme
edebileceği gibi değil. Karmaşık ve silinmiş kelimeler.
Toplanın diyorum. Tüm arkadaşlarım
toplansın.
Demedim mi ki, kutsal metinlere topluca
sarılalım. Demedi mi ki, kelimelerin aralarındaki anlamları yakalayalım,
bozulmaları bulalım.
Tevrat’ta bilginin hasına ulaşmak
nafile. Eğer indirilen sayfalar yakalanabilseydi (o zaman olurdu).
Yakalanamadı. İnsan görüşleri…
--------
Tercüme tamam oldu.
Şimdi Fakı daha vakur:
“Kesmedi de,” dedi Fakı.
“Diyelim kesseydi babası…”
Bu böyle biline, böyle de varsayıla.
Hiçbir Müslüman olmayacaktı demek doğru
mu ? Doğru mu olur böyle bir soru?
Sana soruyorum.
Sorum sanadır.
Şöyle sormalıydın: Hiçbir İsmailoğlu
olmayacak mıydı?
Cevabı da burada yani aynı cümlede:
Evet, derim ben de, Hiçbir İsmailoğlu olmayacaktı.
"Yani biz de olmayacaktık demek
istedin."
Hayır, dedi Fakı, sana hayır diyorum;
bu sözümü iyi belle ki, bizler İsmailoğulları’ndan değiliz. Hiçbir Türk
İsmailoğulları’ndan değil. (Allah Fakım'dan razı olsun. - Ben ve benim gibiler
kendimizi İsmailoğulları telakki eder ve öğünürdük. Haram’a gittiğimizde de
O`nun ismini taşıyan kapıdan girer ve çıkardık. Kapının önünde oturur,
kalabalığın ayağının altında ve kalabalığın çiğnemesinden haz duyar, gözlerimiz
Mabette, ibadetimizi yaptıkça yapardık. Hocamın bir gerçeğe parmak basarak,
doğru olanı söylemesi içimizde telafisi zor lekeler oluşmasına vesile olacak.
Olacak ya, biz de gerçeği öğreneceğiz. Artık günlerce acıyla dolaşacağız. Acı
içimizi kemirecek. Bir arının çiçeği kemirdiği gibi. Bir akrep gibi sokacak
yüreğimizi.) Hacer ananın ölümünden sonra İbrahim Ata, Keture`yle evlendi.
Doğan çocuklar ve torunlar güneşe doğru ilerlediler, Anayurda yerleştiler. İşte
biz onların torunlarıyız.
“Kendimizi İsmailoğulları bilmiştik. “
”Meğer değilmişiz. “
Sizden açıklama istiyorum. İçinde
tereddüt olan dökülsün.
Torunları, koçun boynuzuyla oynadılar
hep. Üfürdüler, içi boş alet ses çıkardı. Uzaktaki arkadaşlarını böyle
çağırdılar. Oyun oynayacaklardı ki, birbirlerini bununla çağırdılar.
Çocuklar, Ebu Kubeys’e çıkıp, ( hava
kararıp, şimal yıldızı görününce) ilkin boruyu öttürdüler. Kutsal insandan
kalan mirasın davarları ve koyunları;
Sesi duyunca ağzındaki otları
bırakarak, sese doğru yöneldiler. Haram Vadisinde toplandılar. Ne güzel icabet.
Ne hoş bey’at!
---------
Derler ki, Haram’ın onarımına kadar hem
boynuz, hem de koçun derisi (postu) Mabed’in duvarında asılıymış. Asırların
güneşi ve yağmuru onu yıpratmış. Onarımda, dökülmüş, lime lime olmuş.
(Hocamı Timur yıllarına ermeden, Cengiz
yıllarının sonunda kaybettim. Olacaktı bu, ki olacak oluyordu. Fazla üzülmedim
mi desem - kim inanır bu söze- hayır üzüldüm. Seneler sonra onun oğluyla
tanıştım. Hani ben öğrenciyken, yaramaz çocuk vardı. Ayağımızın altında
dolaşırdı. Büyümüş. Tahsili, çeşitli şehirlerde geçmiş. Fakım’ın yerine
Seydalığa hazırlamışlar onu.
Öyle yıllar yakaladım ki, mezarına su
taşıdım. Sulanan çiçekler bir gecede açtı. Oğlu Mahmut dua etti, ben amin
dedim. İşte böylece rahmet okuma günlerce sürdü.)
---------
Hayır dedi hocam, hayır biz Ketura’ın
oğullarıyız. Kesseydi şayet Araplar olmayacaktı, Sudanlılar olmayacaktı.
Dedim ki Keturaoğulları ve Ortaasya.
Dedi ki; çok güzel bildin.
Seneler sonra olacak. Bizden biri
Haram’da uyuyacak - ben toprağımı bulduktan sonra olacak - bunları ayan beyan
görecek.
Ona ne mutlu.
İbrahim, (şefaatini umarız. Umarız
çünkü günde defalarca O’nu anar, selam göndeririz.) ki ona önceden
vahyedilmişti.
Biliyordu ki tüm milletlere ata olacak.
Duası;
‘Zürriyetimden namaz kılan kullar
yarat.
Oğullarımdan bazısını Sen`in vadinin
yanındaki çorak (Kuş uçmaz demek istedi. Ot bitmez, kervan geçmez de demek
istedi, ama demedi.) araziye yerleştirdim.
Onlara merhamet et!
Sen bağışlayanların en güzelisin. En
hayırlısısın da.’
---------
Ateşli bakışlar taşıyordu. Yönü Haram’a
doğru.
Konuşması bitmiş miydi? Hayır, daha
uzundu. Bize bildirilenlerin dışına çıkamıyoruz. Bir sözümüz fazlalık
taşıdığında uçuruma doğru gidebiliriz? Allah bizi korusun!
Biliyordu ki, tüm milletlere ATA
olacak. Nesiller kendinden çıkartılacak. Zürriyeti çölün kumu gibi
çoğaltılacak.
Sayılamayacak kadar çok.
O, Ebukubeys’e çıkıp gözlerini yumduğunda
çok şeyler görüyor muydu? Ayrı ayrı diller konuşan, birbirine yabancı
milletler.
Milletlerin, uzun ağaçların ince
dalları gibi insanları.
Dolunay yüzlü çocuklar.
“Ne yazık ki, biz Ona ATA’mız
diyemeyeceğiz.”
“Hayır, O bizim ATA’mız ve İbrahim milletindeniz.
Bizden önce Museviler.
Sonra İseviler ATA desin ki, bize sıra
gelsin.”
“Ve bu sıra asırlar önce geldi. Uzun
asırlar önce. Yer ve gök kaldıkça da devam edecek. Ona ATA deme sırası hiç
bitmeyecek. Bu böyle biline. O hep ATA’mız olarak kalacak.”
---------
“Sizce nedir”, dedi Fakı. “Toplanın,
tercümeden çıkardığınız ilginç sonuçları getirin. Getirin ki, yorum yapalım.
Yorumumuzda, önceki bilgileri de kullanalım.”
---------
Sara Ana İshak’ı doğurdu. Bu doğum,
Hacer Ana’mızın – Allah ondan razı olsun, mezarının üzerinde her gün milyonlara
varan insan dua eder.- İsmail’i doğurmasından yedi sene sonra vuku buldu. Ki,
Sara Ana’mızdaki kıskançlık, İshak'ın doğumuyla başladı. ‘Demek ki, diye
düşündü (mü acaba) olmaz diye bir şey yokmuş, kısır olduğum halde ben de
doğuracağım. Neden gülmüştüm Elçiler doğuracağımı muştulayınca?’
Esmer kadının oğlunun, ayak altında
dolaşması, oyun oynaması, kendini anasından önce babasının kucağına atması
dayanılmazlığı getirdi.
Bir şeylere dayanmak güçtü. Sara
Ana’mız – şefaatini umarız- yüreğini kemiren kurdu keşfetmişti bile:
“Cariyeyi ve oğlunu benden uzaklaştır.”
Bu söz tutulmaz mıydı? Söyleyen teyze
kızı ve ilk bey’at eden.
İlahi emir de bu doğrultuda.
Sara’nın sözleri yabana atılmamalı.
---------
Ayrılık nasıl mı oldu?
Oldu işte. Buna, nasıl’ına ve niçin’ine bakmadan inanırız.
"Sara’nın dediği yapılmalı."
Yapılmalı. Çünkü atamız Halil,
gözlerini yumunca, Mısır seyahati geldi (önüne).
Mısır’a gidiş günleri.
Kuraklık ve Nemrut’un zulmü.
Sara ana, Ata’mızı bırakacak değil.
Elçi bırakılır mı?”
---------
Baba Azer.
Söz dinlese ne vardı sanki? Hem
dünyası, hem ahreti düzene girecekti.
Dahası, oğlunu taşa tutmakla tehdit
ediyor.
İbrahim için tek çare var: Yaşadığı
yeri terk etmek.
“Selam olsun sana. Senin için
bağışlanma dileyeceğim.” diyor Azer’e.
Acaba İbrahim, babasını mı terk etti,
ülkesini mi terk etti? Olur ya, bir süre babasına görünmeden kalır. Ama terk
ettiği kesin. Kesin çünkü, bu bilgiyi kutsal kitap veriyor. Ama nerede ve ne
kadar kaldı, bilemiyoruz. Kesin delillerimiz yok. Keza, konu ile ilgili bilgiyi
ayet ve hadislerden alamıyoruz. Yalnızca ipuçlarını var verdikleri
kaynaklarımızın. Demek ki, nerede ve ne kadar kaldığını bilmemize gerek yokmuş.
(Ahrette İbrahim ile Azer arasında
geçen diyaloğu şöyle özetledi hocam:
İbrahim:
“Babacığım, dünyada iken, bana tabi ol,
seni gerçeğe götüreyim, demedim mi?”
“Şimdi oluyorum.”
İbrahim, ellerini kaldıracak (ki, o
Efendimizden sonra ilk cennete gireceklerdendir ve ikinci giren gurubun ilki
olacaktır.) “Ey Rabbi’m, beni insanların tekrar diriltilecekleri günde mahzun
ve perişan etmeyeceğini vaat etmiştin. Rahmetinden uzak olan babamın bu hale
düşmesinden daha üzücü ne olabilir?” diye yalvaracak.
“Ben Cennetimi kafirlere haram kıldım.”
Daha sonra bir hitap:
“Ey İbrahim, ayaklarının altındaki
nedir, bakar mısın?”
Bakar ki:
Azer, kanlara belenmiş ve bir sırtlan
şeklinde yatıyor.
---------
İşler karıştı. Hocanın
çevresindekilerin duyguları karmakarışıktı. Mahzun bakışlar, Hocadan
rahatlatacak açıklama bekliyor.
Tam bu arada Hocam devreye giriyor:
“Kimileri dedi ki, Azer İbrahim’in
babası değil, amcası yahut dedesi. (Ben, nereden biliyorsunuz derim.) Babasının
adı Tareh. Tevrat’ta da böyle. Keza, eskiden amca ve ya dedeye baba denirdi.
(Hani delil?) siz tahrif edilmişi mi, delil gösteriyorsunuz? Azer, İbrahim’in
babasıdır, diyenlerin delili Kur’an’dır, ki bunlara ben de dahilim. Kur’an,
babasıdır, diyor. Neden amcasıdır, demiyor?”
Bildiğimiz: ‘Azer, İbrahim’in gözü
önünde cehenneme atılacaktır.’ Bu buyruk karşısında (art niyetliler) bazıları
hayrete düşmüşlerdir.
“Hayır olamaz, bir peygamberin babası
ateşe atılamaz.” demişlerdir.
Tevrat: ‘Azer’i ateşten kurtaracağız,’
derken, Kur’an onun ateşlik olması gerekliliğini vurguluyor. Biz bu vechile
Kur’an hükmünün yanındayız. Başka kaynaklara tabi olacak değiliz ya. Tevrat’ın
ifadesi, karışıkmış gibi sanılan meselenin tuzu biberi oluyor.
İşte yol çatallaşıyor, diyor Hocam. Bir
tarafta, tahrif edilmiş kaynaklar, diğer tarafta ayetlerimiz ve Kurtarıcı sözleri.
Madem, kutsal metinlerin çoğu tahrif
(insanlar tarafından değiştirilmişler) edilmişler. Öyleyse bunların verdiği
bilgilerin ne kıymeti var? Kişilerin bir diğer kişiler için, ‘filan Cennetlik,
falan Cehennemlik’ demeleri… Değerlendirmeler, Yaratıcı tarafından yapılmaz mı?
Öyle ise; ‘Azer’i cehennemden kurtaracağız’ savının ne önemi var?
İbrahim (bereket onun ve ona
inananların üzerine olsun) Ata’dan binlerce sene sonra ona ve aile efradına
selam ve saygılar sunarız ama Azer’i bu çemberin dışında tutarız.
---------
Mısır halkı; ‘ne güzel bir kadın,’ dedi
onun için.
Ne güzel.
Yer varolalı böylesi gelmiş değil.
Onları şehrin kapısında çevirdiler.
İçlerinden biri sordu:
‘Karın mı?’
‘Kızkardeşim.’
Böyle demesi gerekiyordu ki dedi.
İnceliği biz bilemeyiz.
Bana getirilsin, dedi kıral. Bana
getirilsin.
Getirildi de.
(Sözünü kesiyorum hocam: Genç Sara Anne
kırala götürülürken çevredeki bir takım kadınların gülüştüklerinden bahseder,
yazar Ş. ner.)
Varakını defalarca okudum. Defalarca.
Israrla İshak’ın kurban edilmek istenen çocuk olduğunu vurgular.
Tevrat ve Museviler. İlk doğan çocuk
kurban edilecekti. İlk, gerçeğini Tevrat kabul ettiği halde, illa ki, İshak
üzerinde durur. Halbuki ilk doğan (bize ve hem de Musevilere göre) İsmail’dir.
Kadınların gülüşmeleri:
Kaynaklarımızda olmamakta. (Raslanmadı,
yok.)
Olamaz, demiyorum. Evet, öyledir de
diyemeyeceğim. Diyemeyeceğim, çünkü kesin kanıtımız yok. Gülmelerinin nedeni
alayvari olsa gerek. Oraya giren değişiklik göstermeden çıkamaz, demek.
---------
Benim de şöyle bir sorum olacak, dedi Musevi arkadaş:
“Karısını kızkardeşim diyerek teslim
ediş elbette dayanılmaz.”
‘Acaba,’ diye anlamlıca bakıyor Fakı
genç adama. ‘ Acaba’
Kısa bir an hayıflanmıştı ve unutuşu
yaşamıştı.
Düşündü ki; evet düşündü ve gevşedi,
dişleri görünmeyecek kadar gülümsedi. Sonra tüm organları ile düşündü. Neden
kıralı vuracak silahı unutmuştu. Odasında bilelendi. Biliyordu ki, Sara’ya el
uzanamayacak. Buradan yüzlerinin akıyla çıkacaklar.’
---------
‘Fakı sence bu nedir? ’
‘Fakı, öyle uzun cümlelerle
açıklayacaksan girme!’
‘Netice nedir?’ Diyorum sabırsızca.
‘Bilinen bir kıssa.’
‘Sonrası?’
‘Yüklü bir hediye. Cariye ’
‘Verilenlerin en iyisi de: Hacer. Genç
bir cariye. Yüzlercesi var ama... Ama bu esmer kız başka. Musevi kaynaklarına
göre, Peygamberi zengin edecek hediyeler. Kaynaklarımıza göre de, hediyeler
Peygamber tarafında kabul edilmek istenmedi. Zorlanınca da hediyeler alındı.’
‘Dağıtıldı.’
‘Doğrusu da bu cihet.’
---------
Ateş közleri taşıdı yüreğinde Hacer anne.
Hacer annenin Hanımına buğzetmesi mi vardı sanki.
Büyük hanım bilmedi (Sara Anne).
Gönderdi ‘benden uzak olsun cariye ve oğlu ’ dedi ama bilmedi.
Hacer acılı.
Sara mutlu.( O teyze kızı ve ilk
inananlardan/ Hem emir o doğrultudaydı.) “Sara’nın isteği karşılanacak.”
İbrahim ata, teyzesinin kızını
incitmemeli.
---------
Yolculuk.
Cariye, çocuğu, Allah’ın elçisi ve
deve.
Bir de yol gösterici: Cebrail.
Ortalama bin kilometre yol.
Ne uzun bir yol.
Sulak ve görünümü güzel olan konak
yerleri. Yeter artık diyor İbrahim Ata. Duralım. İşte burası dese de Peygamber,
menzil uzak, diyor melek.
Derin vadi, çıplak tepeler. Aradabir,
seyrek, az yapraklı bodur çalılar.
İki / üç adam boyu yükseklikte bir
tepe.
Meleğin işareti bu doğrultuda.
Burası mı? Dercesine bakışlar taşıyor
Elçi. Ama demiyor.
Burası ya, dercesine bakıyor melek. Ama
demiyor. İlk insanı da buraya getirdim, yerleştirdim diyor sonra melek.
“Yolcular insin.”
Hacer ve oğlu.
Bir kırba su ve birkaç günlük yiyecek.
Ve izi üzeri dönmeli. Öyle de yaptı.
(Atamız)
"Nereye gidiyorsun? "
Bu söz anne Hacer’e ait. Cevap
alamayınca tekrarladı:
“Allah aşkına söyle! Yoksa bizi…”
"Evet" cevabını alan Hacer
memnundu.
"Öyleyse Allah bizi zayi etmez. Oh
ne güzel! Biz Allah’a emanet ediliyoruz.”
---------
Haftalar sonra dönen kocasının
karşısına geçen kadın hesap sordu:
Hesap; nerede kaldığı, yolculuğu neden
uzattığı, yoksa Hacer’in yanında geceledi mi? doğrultusunda oldu.
‘Kıskanç kadın.’
‘Öyle deme! O bizim anamız ve olması
gerekeni uyguluyor.’
Kutsal insan, olanları hanımına
anlatınca Sara duygulandı. Kuş uçmaz vadi, deyince Cariye ve oğlunu ölüme terk
ettiğini sandı.
Acıdı.
Yüreği yandı durdu.
---------
Atamız Halil, Haram’a yolculuğu
tekrarladı durdu. Her defasında karısından izin alması gereğini bildi. Öyle de
yaptı. Yaptı. Emir de bu doğrultuda.
---------
Mina’yı sarsılmış gibi hissetti.
Vadiden ilerledi.
Bilinirdi ki doğrusu da buydu. Bu idi.
Doğru olanı yapıyordu.
Yoksa bizler doğruyu bilecek değiliz.
Denilir ki burada ağaçlar vardı.
Gölgesi az olan ağaçlardan. Seyrek yapraklı ağaçlardan. Bitişiğinde de
çadırlar. Koyunları, keçileri ve develeri çadırların. Kır eşeğin keyfine
diyecek yok. Burnu havada, anlaşılan uzakta olmayan dişi eşeğin kokusunu
alıyor. Arkasından aralıksız sesler çıkarıyor. Çadırlardan biri çıkıyor.
Karşısındakinin selamını gönülsüz de olsa alıyor.
Ayran kokan çocuklar çıkıyor sonra.
Yürüdü.
---------
Müjdelife vadisinde.
Sıcakların sarı olması, seçilmiş elçiyi
etkileyecek değil. Yani İbrahim sabrı tükenmedi, sabırdan eser kalmadı demek
olur mu? Ümitsiz oluşu yoktu. Heyecan sürse de ümit diriydi. İçindeki denizi
vadiye akıtsaydı şayet içinde damla kalmayacağını farzetsen.. Bulutlarda yeni
sağanaklar vardı. Vardı elbet.
Kayalarda mı kıldı şükür namazını? Sarı
sıcak. Ağaç gölgesi yerine neden sarı sıcak?
---------
Heybeli bir adam yaklaşıyor. Adam
selamsız ilerliyor. Duruyor ve dönüyor. Bekliyor. Geri geri gelen adımlar ve
ses.
Bu şeytanın sesi, dedi.
Ayırt eder sesleri.
İki ses var: Vahiy ve şeytanın sesi.
Ama biz bilemeyiz.
Yanıltabilirdi.
Şeytan gevşedi. Eridi.
Şeytan seslendi.
Peygamber duyacak kadar. Ne daha fazla
ne de sönük bir ses.
Sonra sözünü yineledi.
“Baban seni kesecek.” dedi çocuğa.
"Babam beni neden kessin."
“Rüya…”
---------
Oh olsun!
Bir darbe de çocuktan.
“Taşla oğlum.”
-----------
Kitap ehli İshak yoluyla çoğaldı.
-----------
Denildi ki; kutsal evin yeri burasıdır.
İşte plan ve proje.
Evin yapımında iki kişi çalıştı.
Baba ve oğul. Baba usta, oğul amele.
Yapım yıllarından önce değerli annemiz
vefat etti. Ama babamız onu göremedi.
Annemiz Hacer, Hicir’e defnedildi.
---------
Zaman geçti.
Biline ki, mal sevgisi yok. Servet
edinme gibi düşüncem de yok.
Öleceğim. Belki bu gün belki yarın,
diyor elini kaldırdığında.
Ey dağ! dedi Ebu Kubeys’e çıktığında.
Gece olduğunda bu dağda bir ışık mı
gördü. İşık kendinden
uzaklaştı kendi ilerledikçe.
---------
Hicr-i İsmail (Hatim), yıllar sonra da
oğul İsmail’i ağırlayacak. (Ne mutlu o toprağa. Onun sünneti doğrultusunda,
İlahi rızayı umarak. Safa ile Merve arasında gidiş geliş yapan milyonların
ecrinden bir pay da ona verilecek. Defteri hep açık Anamızın.)
---------
Bu topraklar neler gizler neler? Sayısı
bilinmeyen insanlar ve elçiler burayı ziyaret etti. Tavaf edilen toprağın altını
boş mu sanırız? Peygamber türbeleri…
Derler ki, 99 peygamber yatmakta
burada.
---------
Atlılar vardı göz kapaklarının
gerisinde. Eski çağların giysileri vardı binicilerinin üzerinde. Ne olursa
olsun hem biniciler, hem giysileri alışılmışın dışında. Atlılar, vadi boyunca
ilerlediler. Bir hükmü icra etmek için geldikleri belliydi. Çakıl fırlatan
atlar koştukça o terledi. Bunalmıştı. Ölüm bir yardımcı olabilirdi.
---------
Şimdi, kuru elinin üzerindeki zar zor
seçilebilen sivri sinek ısırığı yara izlerini kaşımakla meşgul adamın içinde
daha başka düşünceler vardı; apansızın kutsallaşan, yüreğine akın eden
düşünceler, bilmediği, öncekilere benzemeyen düşünceler. Hani, önüne konan
şekere kovanından fırlayan arılar var ya, işte öyle, içine sığmayan düşüncelerdi.
---------
AÇIKLAMA: Orta uzunlukta bir hikaye.
Üzerinde senelerce çalıştım.
Bilerek düşündürücü olması için,
alışılmışın dışında cümleler kullandım.
Savlarımın doğru olması için bir çok kaynağa başvurdum. Yani aynı
zamanda bir araştırma.
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder